Bazı sorular var. O soruların ışığı ile biz yolculuğumuza devam edelim diye düşünüyoruz.
Dört Unsur
Birinci soru dört unsurla alakalı bir görüş. Şimdi haliyle Eski Horasan Tıbbı, Eski Çin Tıbbı, ondan öncesi Uygur Tıbbı’na baktığımızda, dört eleman, beş eleman -bazıları odunu da ilave ederek beş elemana ulaştırıyorlarbunlarla alakalı birtakım tasnifler var. Müzik Terapi tarihçesinde de buna benzer tasnifler var. Çünkü, işte, soğuk-sıcak-ılık vesaire gibi detaylar üzerine de makamların etkileri sınıflandırılmış.
Şimdi biz konum itibariyle ve düşünce sistemi itibariyle böyle bir sohbete girme durumunda, öncelikle ceketimizi askıya asmış olduğumuzdan herhangi bir fikir ortaya koymama taraftarıyız. Hiçbir şey bilmeden olaya girmek, yani ümmi olmak gerekiyor önce. Ümmi olarak da Hz. Mevlana’ya müracaat edeceğiz ve de Feridüddin Attar’ın eserine müracaat edeceğiz. Önce Hz. Mevlana’ya müracaatla başlayalım.
Demin üç ve beş söyleyenler olmuştu. Kimlerdi onlar? Şu taraftan gelmişti. Siz üç mü demiştiniz? Beş diyen arkadaş çıktı. Peki o zaman üçle başlayalım. Beşin hakkı da baki.
Mesnevi 3. Ciltten: Davut Peygamber Ve Sebepsiz Rızık İsteyen Adam
Tabi bu arada öfke konusu da soruldu. İkisini de yükleyerek, biz göndermemizi yapalım gayb alemine. Bakalım gayb aleminden ne zuhur eder.
176-177. sayfalar. Hoppalaa… Yine Davut Peygamber. Yine aynı sayfa. Allah Allah. Ben mi öyle açıyorum? Ama bir işaret de yok bu sayfada? Neyse, bunda da bir hayır var. Fakat, aynı konu ama ifadeler farklı. Şuradan alalım, 174’ten.
Davut, “Bu sözlerden el yıka, dâvana şer’i delil getir. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde bâtıl bir sünnet koyayım, kötü bir âdet bırakayım, Bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Ekine nasıl sahip olabilirsin, sen mi ektin? Ektinse senindir. Kazanmakta ekin ekmeye benzer. Ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur. Ektinse ektiğini biçersin, o senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun kat’iyetle anlaşılır. Yürü, eğri büğrü söylenme, bu müslümanın malını ver. Paran yoksa borç al, ver; beyhude konuşma!” dedi. Adam, “Padişahım, sitemkârlar ne söylüyorlarsa sen de tıpkı onu söylüyorsun bana” deyip Secde ederek dedi ki. “Ey benim yanıp yakıldığımı gören Allahım, Davut’un gönlüne de o nuru ver. Gönlüme saldığın ziyayı onun gönlüne da sal ey ihsan sahibi Rabbim.” Bu sözleri söyledikten sonra hayhayla ağlamaya başladı. Öyle bir ağlayış ağladı ki Davud’un gönlü yerinden oynadı. “Ey öküzü dâva eden, bugün bana mühlet ver, bu dâvanın görülmesinde ısrar etme. Halvete gidip namaz kılayım da bu ahvali, bir de sırları bilen Allah’dan sorayım. Namazda Rabbime bağlanırım, “namaz gözümün nurudur” sırrı zuhûr eder, bu benim huyumdur. Can pencerem zevk ve şevkle açıktır. Allah’nın lûtfu oraya vasıtasız gelir. Allah’nın lûtfu, rahmeti, nuru madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime girer. Penceresi olmayan ev cehennemdir. Ey kul, dinin aslı pencere açmıştır. Her ormanı öyle pek baltalama. Pencere açmak için balta vur. Yoksa bilmez misin ki bu güneşin nuru hicaplardan hariç olan hakikat güneşinin aksinden ibaret. Bilirsin ki bu zâhiri görüşün nurunu hayvan da görür. Şu halde benim Âdem’e “Kerremna” demem nedir?
Kerremna… ‘Kerem’den mi geliyor İsmail?
İsmail K.: Mükerrem hocam.
Oruç G.: Mükerrem, yani ‘kerem’den geliyor. Cömertlikten geliyor.
Ben, nurlara dalmış, gark olmuş bir güneşim. Kendimi nurdan ayırt edemiyorum. O halvete gitmem, namaz kılmam, halka öğretmek için. Bu âlem doğrulsun diye ayağımı eğri atmaktayım. Ey yiğit, savaş hileden ibarettir.” İzin yoktu, yoksa Davut, bu sırları döküp saçar, sır denizinden toz koparırdı!… Davut, bu çeşit söyleyip durmakta, halkın aklını, fikrini yakmaya kalkışmaktayken, Arkasından birisi, “Birliğinde hiç şüphem yok” diye Davud’un eteğini çekti. Davut, kendine geldi, sözünü kısa kesti, dudağını yumdu, halvet edeceği yere hareket etti. Davut, kapısını kapayıp acele halvet edeceği yere gitti, mihrabına, duanın kabul edildiği yere yöneldi. Allah, ona bu işin hakikatini bildirdi, ne gösterdiyse tamamıyla gösterdi. O da işi anladı, öç alınacak kimdir, kısasa layık adam hangisidir, bildi. Ertesi günü iki dâvacı ile halk gelip Davud’un huzuruna dikildiler.
Buraları okumuştuk. Burada bunu gördük.
Mesnevi 5. Ciltten: Tanrının, Kulların Kötülüklerini, İyiliklere Döndürmesi
Üçün hakkı bitti. Evet. Şimdi beşin hakkı var di mi? O giden arkadaş beş demişti. Bir de onu açalım, oradan ne gelecek bakalım… 154,155… sayfa bu. 153’te konu başı var. Oradan alalım (Beyit 1772).
Hadiste gelmiştir ki kıyamet günü, her bedene “kalk” diye emir gelir. Sur’un üfürülmesi, pak Tanrı’nın ey zerreler yerden baş kaldırın diye emretmesidir. Herkesin canı, sabahleyin kalkınca nasıl aklımız başımıza gelirse tıpkı öyle, kendi bedenine girer. Can, kıyamet günü, kendi bedenini tanır, define gibi kendine mahsus olan o yıkık yere girer. Her can, kendi bedenini tanır, o bedene girer. Kuyumcunu canı, nasıl olur da terzinin bedenine girer? Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin bedenine girer, zulmedenin canı, zulmedenin bedenine.
Reenkarnasyona çok inananlar buna dikkat etsinler biraz.
Sabah çağı kuzu anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa Tanrı bilgisi de bedenleri tanıma hususunda ruhlara böyle bir bilgi vermiştir. Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken a güzelim can kendi bedenini nasıl tanımaz?
Şimdi açtığımız sayfa.
Ey Tanrıya sığınan, sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeri de var ondan kıyas et.
Sabahı ilkbahara benzetirler.
Can, nasıl toprağa uçarsa amel defteri de sağa, sola öyle uçar.
İyiliğe kötülüğe dair dün ne yaptıysa onların yazılı olduğu nekeslik ve cömertlik defterini, insanın avucuna koyarlar.
Seher çağı uykudan uyandı mı o hayır ve şer, ona gelip çatar.
Riyazatı huy edinmişse uyandığı zaman yanına o gelir.
Yani oruç tutmak, zikretmek, halvet çıkarmak gibi.
Dün, hamlık etmiş, kötülükte, azgınlıkta bulunmuşsa sol yanından verilen defteri, yas mektubuna döner.
Dün, temiz, kötülükten çekingen ve dindar olarak yaşamışsa uyanınca değerli inciyi elde eder.
Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki tanıktır.
Küçük haşir büyük hasrı gösterir; küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatır.
Fakat bu defter, hayalidir, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana çıkar. Bu hayal, burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada suretlere bürünür.
Mühendise bak yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma hayali kor.
O hayal, dışarıda zahir olur, adeta yerden tohum biter gibi.
Gönülde yurt tutan her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir.
Rahmetli, bizim birinci üstadımız Fazıl Bey’in bir sözü vardır: “Hayalde olan her şey hakikatte vardır.” Yani burada hayal ettiğimiz şey, yarın orada cisimlenerek karşımıza çıkacak demek istiyor Hz. Mevlana.
Gönülde yurt tutan her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir.
Mühendisin gönlünde kurduğu hayali, tohum bitirme kabiliyetindeki bir yere ekilmiş, orada bitmiş mahsul tut. Bu iki mahşeri hulâsa etmeden maksadım bir kısastır, inananların bundan hisse almasıdır.
Kıyamet gününün güneşi doğdu mu çirkin, güzel herkes yerden derhal kalkar. Herkes kaza ve kader divanına koşar, geçer para da potaya girer, kalp para da.
Geçer para neşelenerek, nazlana nazlana kalp para, yanıp eriyerek.
Aramızda Merkez Bankası’ndan arkadaşlar da var, ilginç sözler geliyor.
Anbean sınamalar gelmede, bedende gönül sırları görünmede. Kandil nasıl suyla yağla görünür, aydınlanıp meydana çıkarsa, yahut toprak, nasıl mahsul verir, sırlarını meydana korsa öyle. Baharın eli, soğanı, safranı, haşhaşı çıkarır, kışın sırrını nasıl meydana korsa öyle.
Şimdi, bahara eee, örnek olarak dörtten gidiyoruz ya… Dört anasır, dört mevsim, sabah, öğle, akşam, yatsı, dört bölüm, demek ki baharda soğan, safran, haşhaş önemli. Bakın, mesajlar var.
Biri “Biz Tanrıdan çekinenleriz” diye yemyeşil, öbürü menekşe gibi başı aşağıda. Tehlikeye uğrama korkusu, gönle yerleşmiş, bu yüzden kaynaklar kaynama da, on tane dere olmada.
Su. Hava, ateş, su, toprak.
Gözler, defterler sol yandan gelmesin diye açılmış, bekleyip durmada. Amel defterinin sağdan verilmesi kolay iş değil. Bunun için gözler sağı solu gözlemede.
Derken bir kulun eline kapkara, suçlarla, kötülüklerle dolu bir defter verilir.
İçinde ne bir hayır var, ne bir iyi işte bulunma. Ancak doğru özlülerin gönlünü incitme var.
Baştan ayağa kadar kötülükle, suçla, yol ehline çaldığı ıslıklarla, onlarla ettiği alaylarla dopdolu.
Hileleri, hırsızlıkları, Firavunlar gibi ben, biz demeleri, defteri kaplamış. O kötü amelli kul, defterini okudu mu anlar ki zindandan başka göçecek yer yok.
Suç meydanda, özür yolu bağlı. Artık hırsızlar gibi darağacına yürümeye başlar.
O binlerce delili, o binlerce kötü sözü, pis bir çivi gibi ağzını kapatmış.
Üstünde, evinde, çaldığı şeyler çıkmış, okuduğu masal dinlenmez olmuş.
Cehennem zindanına doğru yürümeye koyulur. Çünkü ateşten kaçmasına imkan yok.
Sudan sonra ateş de çıktı bak…
Melekler de memurlar gibi önüne ardına düşerler. Evvelce gizliydiler şimdi asesler gibi meydana çıkarlar.
Demek ki şimdi göremediğimiz melekler orada bizimle beraber. O da güzel.
Onu, “Yürü ey köpek, samanlığına gir!” diye sürerler, ellerindeki mızraklarla dürterler.
O, her yol başında ayağını sürür, belki o kuyudan kurtulurum ümidine düşer. Bekleyerek durur, susar, bir ümide kapılıp yüzünü geriye çevirir.
Güz yağmurları gibi gözyaşı döker, ümidi kurumuştur, ondan başka elinden ne gelir? Her an yüzünü geriye çevirir, Tanrı’nın mukaddes tapısına yönelir.
Derken Tanrı’dan “Ey nur ülkesinin melekleri, ona ey iyi huylardan çırılçıplak tembel deyin.
Ey şer madeni, ne bekliyorsun? A şaşkın neden yüzünü geriye çeviriyorsun?
İşte defterin eline gelen defter, a Tanrı inciten, a Şeytana tapan!
Yaptığın şeylerin yazılı olduğu defteri gördün ya. Ne bakıyorsun? Artık, yaptığının cezasını gör. Beyhude yere emekleyip duruyorsun? Böyle bir kuyuda aydınlık ümidi nerede?
Ne görünüşte bir ibadetin var, ne içinde gizli bir iyilik niyeti.
Ne geceleri münacatta bulundun, namaz kıldın; ne gündüzleri haramdan çekindin oruç tuttun! Ne kimseyi incitmemek için dilini tuttun, ne ibretle önüne ardına baktın.
Önünde ölüm anışı ile can çekişmeden, ardında dostlarının ölümünden başka ne var ki? Ne zulmünle yana yakıla coşarak bir tövbe ettin, ne ağlayıp sızlandın, ey
buğday gösterip arpa satan adi adam! Terazin eğriydi, azgındı. Artık mükafat terazisinin doğru olmasını neye beklersin?
Şimdi ben buraya bir işaret koymuşum. Burada bir şey var demek ki. Geliyor.
Hıyanette, eksik tartmada adeta sol ayak kesilmiştin, nasıl olur da terazin sağ yanından gelir?
A boyu bükülmüş, mükafat ve mücazat gölge gibidir, elbet gölgen de önüne iki büküm düşecek.” Tanrıdan bu çeşit sert hitaplar gelir. Öyle ki bu sözleri dağ duysa kamburlaşır. Kul der ki: “Ya rabbi, buyurduklarının yüz misli kötüyüm, yüz misli kötüyüm, yüz misli kötü.
Sen kötülüklerimi hilminle örttün…
Aynı şey çıktı bak. Yine Davut Peygamber olayındaki ‘hilm’. Allah’ın birden ceza vermemesi.
Sen kötülüklerimi ilminle örttün, yoksa yaptığım fenalıkları bilirsin. Fakat kendi savaşımı, hayır ve şerden öte olan işlerimi, küfrümü, yolumu yordamımı, Aczimle sana yalvarışımı, benim, yahut benim gibi yüzlerce kulun hayalini bir yana bırakalım. Ancak senin lütfuna ümit bağladım. Benim doğru oluşum, yahut inatçılığım şöyle dursun. Ey garezsiz kerem sahibi…
Allah’in bir özelliği de bu. Kin tutmuyor Allah. Garez yok. Zaten 3-4 yerde geçer Kuran-ı Kerim’de, her zaman konuşuruz. “Biz onların sinelerinden kini söker alır ve cennete sokarız” der cenab-ı Allah.
Ey garezsiz kerem sahibi, karşılıksız olan lütfuna, ihsanına ümit bağlamışım.
Onun için kendi işime bakmıyorum, geri dönüp senin kayıtsız şartsız keremine bakıyorum.
O ümitle yüzümü geri çevirdim. Ben yokken varlığımı sen verdin.
Bedavaca bana varlık elbisesi bağışladın. Ben daima buna güveniyordum.
Kul kendi suçunu, hatasını sayınca Tanrı ihsanı ile Tanrı bağışlaması gelip yetişir.” Der ki: “Ey melekler, onu tekrar bana getirin, çünkü gönül gözü rica ve niyazda.
Ben de aldırmayayım da onu azat edeyim, o hatalara bir kalem çekivereyim.
Bir şeye aldırmamak, birinin iyiliğinden, kötülüğünden kendisine ziyan gelmeyen kişiye mübahtır.
Keremimizden hoş bir ateş yakalım da az çok, hiçbir suçu kusuru kalmasın.
Öyle bir ateş yakalım ki yalımındaki değersiz kıvılcım bile suçu da yaksın, cebri de, ihtiyarı da.
İhtiyar burada irade demek.
İnsan ağırlıklarının bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni ruhani bir gül bahçesi haline getirelim.
Burada da Hz. İbrahim’e verdiği feyz anlamlı. Yani onun ateşin gül bahçesine dönmesi olayı. Bir daha okuyalım:
İnsan ağırlıklarının bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni ruhani bir gül bahçesi haline getirelim. Biz dokuzuncu kat gökten “Sizin işinizi düzeltir” kimyasını gönderdik.
Kerimdir, onarır kulun işini Ağlatırsa mevlam, yine güldürür.
Biz dokuzuncu kat gökten “Sizin işinizi düzeltir” kimyasını gönderdik. Artık o ebedi ve daimi nur karşısında insanlar babasının debdebesi ve ihtiyarı nedir ki? Onun söyleyen dili, bir et parçası, gören gözü bir et lokması. Duyan kulağı, iki parça kemikten, anlayan kalbi iki katre kandan ibaret. Sen pisliklerle dopdolu bir kurtcağızsın. Fakat cihana bir gürültü saldın. Meniden yaratıldın, benliği bırak. Ey Eyaz, çarığı hatırla.
Deyip, başka bir konuya geçiyor. Şimdi burada, sudan yaratılma olayı da, yani meniden yaratılma diye geçiyor, bu dört anasırın kökünün suda olduğunu bize beyan edebilir. Buradan da bir hareket noktası çıkarabiliriz.
Hilm
Soru: Hocam sonunda ne oldu?
Oruç G.: Sonunda mı? “Sizin işinizi düzeltir kimyasını” gönderdi. Yani bağışladı. Şimdi burada ne oldu? Bağışlama. Allah’ın hilm sıfatı var. Hilim sıfatı da neyin karşıtı? Garezin karşıtı. Yani öfke ve kinin karşıtı. Şimdi öfkeden, kinden şikayetçi olan arkadaşlarımıza ne diyeceğiz? Halim ismini tavsiye edeceğiz. Hilm’den Halim, Ya Halim. Haydi bakalım.
Soru: Bir saat ya da zaman verebilir misiniz? Ya da sayı?
Ebced
Oruç G.: Şimdi, o şöyle. Eski bilgilerin ışığı altında ebced diye bir bilim var. “Ebcedi öğreniniz, onda sırlar vardır.” diye bir hadis de var. Ayrıca Hz. Ali’nin de Ebced hakkında çok önemli sözleri var. Hatta denir ki, “Konstantiniye elbet fetholunacaktır.”, İstanbul için, “o ne güzel askerdir ve ne güzel komutandır” diye bir hadis var. O hadisi ebcedle hesap ettikleri zaman miladi 1453’e denk geliyor. Onun için bayağı bir popüler olmuştu bir zamanlar bu konular.
Ebced hesabına göre Allah’ın güzel isimlerinin hesaplanması ve ona göre zikredilmesi yönünde görüş sahipleri vardır. Bu bulunabilir, bunu ait kitaplar da var. Fakat, şu önemli: Tavsiye edilen ibadet saatleri daha çok seher vakti olarak düşünülür. Bir de gecenin üçte ikisinden sonraki zaman. Hatta Hz. Peygamber’e bu konuda bir hitap vardır. “Geceleyin kalk, rabbine dua et. Olur ya, rabbin seni makam-I Mahmud’a yükseltir.” diya ayet vardır. Makam-ı mahmud da hamdedilenlerin makamı. Hamdeden değil hamdedilenlerin makamı. Çok yüksek bir makam olarak karşımıza çıkıyor.
Zikir Ve Tefekkür
Burada halim ismini başlayıp başlangıçta baya bir uzun zikretmek lazım. Sonra da günde yapabildiği kadar zikretmek lazım.
Bir de zikrin esas amacı şöyledir: Yusuf Hemedani hazretleri vardır. Hoca Ahmed Yesevi’nin hocalarından diye bilinir. Onun bir kitabı var, Rütbet’ül Hayat diye. O kitap Türkçe’ye Hayat Nedir? diye tercüme edilmiştir. Yani yeni Türkçe’ye… anlaşılır hale gelmiştir. O kitapta çok üzerinde durur. Zikir ve tefekkür konuları. “Zikrin amacı” der, “tefekküre ulaşmaktır.”
Şimdi el Halim ismiyle, ya Halim ismiyle yoğurulduktan sonra insan, bunu günlük hayata tefekkür tarzında taşıyabilir. Her hareketinde bu ismi düşünerek hareketini bununla koordine edebilir. Böyle bir takım imkanlar vardır. Yani manevi olgunlukta zikrin tefekküre taşınmasından sonra uygulamaya geçilmesi vardır.
Mesela vahdet-i vücut ehli de bu konuda çok hassas davranır. Eşyanın her noktasında cenab-ı Allah’ı görmeye gayret etmek. Şuuru ona göre ayarlamak. Hatta buna ait güzel bir sufi hikayesi vardır. Bilmeyenler için söyleyelim Bilenler için de sinir sisteminin daha çok işlerlik kazanmasına yardımcı olur. Çünkü tekrarda fayda varmış.
Tavuk Kesemeyen Dervişin Hikayesi
Efendim, şeyh efendi toplamış öğrencileri. İçlerinde bir öğrenci varmış, çok olgunlaşmış. Artık ona icazet verecek, diploma verecek. Ama onun kalitesini diğerlerine de göstermek için bir imtihan düşünmüş. Demi, “Her biriniz birer tavuk alın, gidin, kimsenin görmediği bir yerde kesin, gelin.”
“Peki” demişler. Her biri almış. O favori delikanlı da yahut derviş de almış, gitmişler. Sonra tek tek dönmeye başlamışlar. Hepsi gelmiş sadece bu yok. Hepsinin elindeki tavuklar öte aleme geçmiş halde. Fakat bu yok. Saatler geçmiş, gece yarısı artık, çok geç vakitte gelmiş. Tavuk canlı.
Şimdi Yaşar Abi onu çok güzel yapar. Bıyık altından gülme. Şeyh efendi bıyık altından gülmüş. “Evladım” demiş, “ne oldu? Anlat.” “Efendim siz dediniz ki, tavuğu kimsenin görmediği yerde kes. Ben kimsenin görmediği yer bulamadım. Her yeri aradım, her yerde Allah vardı. O görüyordu.” diye o diplomaya hak kazandığını ispat etmiş.
Zikir Ve Tefekkür (devam)
İşte halim isminin zikirden tefekküre geçerek zuhur aleminde her davranışa intikaliyle o hilm sıfatına bürünmek ve davranışı öfkeden, kinden arınmış hale getirmek şansı vardır.
O şansı oluşturmak için de şu hareket önemlidir . Bu bir sembolik manada, mekanik harekettir. İki zıt hareket. Biri böyle giderken biri böyle gidiyor. Şimdi buna şunu da ilave edeyim, etti mi üç? . Tamam. Daha fazlasını da yapabilirsiniz. Joglör dedikleri adamlar var. Bir eliyle tabak çevirirken ötekiyle bilmem ne yapıyor. Filan.
Şimdi bundan kastım şu: Günlük hayatta normal işle uğraşırken zihnin bir tarafı zikir ve tefekkürle meşgul olabilir. Hz. Mevlana söylüyor Mesnevi’de. “Her türlü eğlence meclislerine, düğün meclislerine veya toplantı meclislerine de gitsem, bir an için olsun gönlümden Allah’ın zikri eksik olmaz” diyor. Bir an için olsun. Uykuda da dahil. Allah’ın zikri gönlünden eksik olmuyorsa, hoş geldiniz, o halde nedir? Zihninin ve gönlünün bir kısmı devamlı Allah’la meşgul demektir. İşte buna tasavvufta zikr-i daimun adı verilir. Daimi zikir. Bir an için gafil olmamak. O zaman ne oluyor? Her baktığın yerde onu görüyorsun, her davranışın ona endeksli oluyor. Her düşüncen, her tefekkürün onunla bir arada.
İşte böyle bir yaşayışa geçmek için de tasavvufun sistemlerini araştırıp bunlardan esinlenerek davranış ve düşünüş metodları geliştirmek lazım. Eskilerin eserlerinde bunlara ait örnekler vardır. Şu Mesnevi’de okuduğumuz, bugünkü bilgilerin bize kazandırdığı şeyleri bir düşünelim -yani sabahtan beri. Ne kadar büyük bilgiler çıktı. Yeter ki bu bilgileri biz uygulayabilelim. Unutmayalım. Yaşayalım. Her an bu bilgilerle mücehhez olarak yaşayalım. O zaman ne oluyor? Dışarıdan gelen etkiler bizi sarsmıyor.
Bir doğu üstadı, meditasyon üstadı, gidiyor bir hafta, çok gürültülü bir yerde meditasyon yapıyor. Çok gürültülü. Ondan sonra bir hafta da çok sessiz bir yerde meditasyon yapıyor. Ve şuna alışıyor. Ben gürültülü mekana da gitsem, sessiz bir mekana da gitsem kendimle beraberim. Ne oluyor? Dıştan, o gürültüden etkilenmiyor. İşte bu etkilenmemeye gidiş tecrübelerle, sağlam bilgilerle ve eğitimle mümkün olabiliyor.
Bunun da pratiğini göstermiş Hz. Peygamberimiz. “Öfkelenince” diyor, “oturuyorsan ayağa kalk. Ayaktaysan otur. Olmadı abdest al ya da suyla temas et. Çünkü öfke şeytandan gelir, şeytan da ateştendir. Su da ateşi söndürür.” Çok basit bir metod.
Uzak Doğu felsefesinden başka bir metod var. Kontrol edemediğin düşünce. Öyle bir arkadaşımız vardı. Ne diyordu? “Kontrol edemiyorum” diyordu düşünce akışkanlığını, neyse. Bir yoga tekniği: dilini üst damağa yapıştır bir müddet böyle dur. O düşünce kayboluyor. O seni rahatsız eden düşünce silsilesi değişiyor.
Veyahut, arkaya doğru götür vücudunu, dilini üst damağa yapıştır, o pozisyonda Allah diye zikret. Bakın ne kadar etkilidir bu. Bunu üstatlar yapmışlar. Ama sonra bunlar yeraltına çekilmiş. Modern insan bu tür sorularına cevabı modern hayattan aradığı için, daha nefs-i emmare mertebesini çözememiş modern tıp ve psikoloji de bunlara cevap verememiş ve veremiyor. Bu da Mihriban Hanım’ın, rahmetli, ifadeleridir. Benim değil. Ve çok da haklıdır. Bunu söyleyen bir otoriteydi. Modern psikoloji konusunda bir otoriteydi. “Bugün” dedi, “modern psikoloji ve psikiyatri daha nefs-i emmareye ulaşamamıştır.” Arkada altı nefis mertebesi daha var. Bunların farkında değil.
Dipnotlar