Oruç Güvenç: Üç aylar, Recep, Şaban, Ramazan, üç kutsal ay diye bilinir İslam’da. Bu üç aylarda, kandil adı verilen özel akşamlar ve günler vardır. Bu kandillerde, Allah’ın özel bir lütfuyla, daha fazla feyiz, daha fazla Allah’ın kabul durumu olduğu söylenir.
Astrolojik olarak da bazı özel günlerdeki güneşin, ayın, yıldızların durumları, bazı kutsal imkânları çağrıştırır ve bu şekilde yorumlanır.
Nur, aydınlanma, satori, işrak
Bu gün ve gecelere kandil adı verilmesi de özel bir anlam taşır. Yani bu bir ışıktır, bir nûrdur. Özellikle Doğu’da, ışık ve ışığın uç noktası nûr, bir ideal, bir çatı olarak düşünülür. Bir zirve olarak düşünülür. Işığın, nûrun karşıtı olan karanlık ise, cehaletle eş değerdir. Dolayısıyla ışık, nûr, bilgiyi de çağrıştırır. Doğru bilgiyi. “Allah’ın nûru semayı ve yeri kaplamıştır” ayeti gereğince, insanın ulaşacağı çok önemli menziller nûrla vasıflandırılır. Dolayısıyla Allah’ın nûru, semayı ve yeri kapladığı için bir idealdir. Yani nûr ulaşılması gereken bir ideal, bir son mercidir. Mesela Uzakdoğu’da, satori adı verilen bir kavram var; aydınlanma. O da nûra benzer bir düşünce sistemidir. İslam’da da işrakiyun, işrak felsefesi diye bir özel yol vardır. Şihabeddin Sühreverdi’nin kurduğu aydınlanma yoludur. Üstadımız Turgut Baba’nın bize anlattığı ve tavsiye ettiği yollardan biri de işrak yoludur.
Satori, beklemeden, karşılık olmadan, aniden geliveren, aydınlatıcı bir bilgi olarak vasıflandırılır. Buda’nın incir ağacı altında hissettiği nirvana da böyle bir aydınlanma şeklinde anlatılır.
Aydınlanmanın bilgiyle eşdeğer olması, İslam tasavvufundaki çok önemli bir noktayı oluşturur. Allah bir kutsi hadiste, Hz. Peygamber’e verdiği bilgide, “Engin bir hazineydim, bilinmek istedim. Halkı da bilinmek için yarattım.” dediği için, bilgi gereklilik olarak karşımıza çıkar.
Rağbet, ihtiyaç
Bu gece için çok çeşitli yorumlar vardır. Bazısına göre Hz. Peygamber’in ana rahminde ilk kontağı olduğu söylenir, yani ruhun ilk kontağı. Bazısına göre yakınlık anlamı çıkar. Turgut Baba’nın yorumuna göre ise regaip rağbetten gelir; rağbet etmek. “Neye rağbet edilir, neye rağbet edilmesi gerekir?” diye bir soru soralım.
Bu hafta sonu Türkiye’de seçim var, referandum var. Birçok kişi buna rağbet ediyor. Biz Yalova’ya gittik bugün. Ha bire arabalar geçiyor. Şu parti, bu parti, o parti vs vs vs. İnsanlar yürüyor, ellerinde bayraklar falan filan… Çok demonstrasyon var. Fakat bu kadar insan da burayla (semayla) ilgili, rağbet buraya. O zaman, “Genelde, Allah’a göre, rağbet edilmesi gereken şey nedir?” diye soracağız. Sözü çok fazla uzatmak da istemediğimiz için, önümüzde Kuran’ı Kerim var ve konumuz olan Hz. Mevlânâ’nın eserleri var. Kandil, üç aylar, ışık, nûr, rağbet ve bilgi konularıyla ilgili olarak bunlara müracaat edeceğiz. Hiçbir şey bilmediğimizi düşünelim. Eğer biz bir şeyler bildiğimizi farz ederek bu konuya girersek başka türlü olur, hiçbir şey bilmediğimizi farz ederek girersek daha başka türlü olur. Biz hiçbir şey bilmiyoruz diye düşünelim.
Haydi Bismillahirrahmanirrahim.
Taha Suresi (20. Sure)
Hz. Musa’dan bahsediliyor. Burada Hz. Musa’yla Firavun’un büyücüleri arasında geçen olaylar anlatılıyor. Allah diyor ki:
(56) “Biz firavuna mucizelerimizin hepsini gösterdik. O yalan saydı, hiçbirini kabul etmedi.”
Ve bir toplantı yapılmasına karar verildi. Sihirbazlar geldiler.
(61) Musa sihirbazlara “Vay halinize! Allah’a karşı kendiliğinizden yalan söylemeyin.”
(65) Sihirbazlar “Musa asanı sen mi bırakırsın, yoksa ilk evvel biz mi bırakalım?” dediler.
Hz. Musa “Hayır. Siz yapın” diyor.
Onlar da ipleri, değnekleri saldıkları zaman, yürür gibi oluyor o yere koydukları şeyler. Hz. Musa bunu görünce korku duyuyor.
Allah diyor ki:
(68) “Korkma! Sen mutlak üstün geleceksin.
(69) Sağ elindeki asanı bırak ki onların yaptıklarını yutacaktır. Çünkü onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir. Sihirbaz nerede olursa olsun umduğuna eremez.”
(70) Asa onları yutunca sihirbazlar secdeye kapandılar…
(74) Çünkü her kim Rabbine günahkâr olarak gelirse onun için Cehennem vardır, ceza vardır…
(75) Her kim mümin olup, iyi amel işleyip O’na gelirse onlar için yüksek mertebeler vardır.
Buradan çıkardığımız önemli şey, sihir, büyü, maji. Tabi sihrin, büyünün çok çeşitli şekilleri var. Her halükârda sihrin iyi bir şey olmadığı ve ceza gerektirdiği burada ortaya çıkıyor. Çok önemli bir şey de, sihir adil olmayan bir şey ve Allah’ın kabul etmediği bir şey. Tam tersine, Allah’ın ondan üstün olduğunu ispat ettiği bir şey. Demek ki kandile giden yolda maji yok. Ona rağbet edene Musa geliyor; sopasıyla, asasıyla…
Şimdi bir daha açalım, daha derinleştirelim.
Kehf Suresi (18. Sure)
Burada 298. sayfa bir hikâye anlatılıyor. Ayet 32, 33. Burada bir olay anlatıyor, iki kişi arasında geçmiş. Bunlardan biri mümin inanmış, diğeri inanmamış kâfir.
Allah diyor ki:
(32-33) … Biz onlardan birisine iki üzüm bağı vermiş, bağlarını hurmalıklarla kuşatmış, o iki bağ arasında da ekin yetiştirmiştik.
Demek ki bu iki bağa da mahsullerini tamamıyla vermiş ve her türlü meyve de varmış.
(34) Bu iki bağ ortasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun başka meyveleri de vardı.
O kişi arkadaşına muhavere sırasında övünerek “Ben senden daha zenginim. Hizmet eden kişiler, eşya vs. itibariyle de senden daha güçlüyüm” demiş.
(35) O, öz nefsine zulüm ederek bağına gidip arkadaşına demişti ki: “Bu bağın hiçbir vakit harap olacağını zannetmiyorum… eğer Rabbime götürülecek olursam o zaman bunun yerine daha iyisini bulurum.”
Bu anlaşılması biraz zor bir şey, neyse geçtik.
Arkadaşı şöyle söylemiş:
(37-38) … “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra seni adam yapan Allah’ı tanımıyor musun? Fakat ben itikât ederim ki Allah benim Rabbim’dir. Ben O’na hiçbir ferdi ortak tutmam”.
(39-40-41) “Bağına girdiğimiz zaman Maşallah, lâ kuvvet-i illâ billâh demeliydin. Beni kendinden daha az mal ve evlat sahibi görüyorsan olabilir ki Rabbim bana senin bağından daha iyisini verir, senin bağının üzerine de gökten bir bela gönderir. Orası ayak kayacak dümdüz bir yere döner. Yahut bağının suyu çekilir de onu istemeye asla gücün yetmez”
(42) … Ertesi sabah o hali görünce ona harc ettiği paraya karşı el ovuşturmaya başladı, bağın ise çardakları çökmüştü. “Keşke Rabbime hiçbir ferdi ortak tutmayaydım” diyordu.
(43) Tanrı’dan başka ona yardım edecek hiçbir cemaat yoktu, kendisi de yardım görmedi.
(44) Öyle bir yerde dostluk ancak Hakk olan Allah’a mahsustur.
Bu misalde, bu hikâyede, regaibi madde olan kişi örnek veriliyor. Bağı, bahçesi var, ürünü var, zengin ve zenginliğiyle iftihar ediyor. O zenginliği başkasının iyiliği için kullanmıyor. Böyle bir model var. İkinci kişi ise rağbeti tamamı ile Allah iradesine bırakıyor. Onun rağbeti orda. Hz. Peygamberimiz’in bir hadisi vardır: “El fakr-ı fahri”, yani fakirliğimle iftihar ederim der.
Acaba Hz. Peygamber hakikaten fakir miydi? Değildi, çünkü bir şey istese milyonlarca insan her şeyini vermeye hazırdı. Ama onu istemediği için peygamber, onu istemediği için el fakr-ı fahri sırrına ulaşmış.
Şu âlemde bizim insan olarak ihtiyacımız olan şeyleri sayalım. Neye ihtiyacımız var? Uyku mu? Hiç uyumadan yaşayanlar var.
Yemek, içmek mi? Çin’de bir adam günde bir saat güneşe bakıyor, yemeden, içmeden yaşıyor.
Konuşmak mı? Arkadaşlar kırk gün konuşmadan çile çıkarıyor, halvet yapıyor. Konuşmadan yaşayanlar var. Hiç de şikâyetçi değiller. Böyle böyle (ellerini kollarını oynatarak) yapıyorlar, anlatıyorlar.
Başka zaruretler de var. 60, 70‘inden sonra zaten onlar olmadan da yaşıyor insan.
O halde ihtiyaçsız yaşamak diye bir şey var. O zaman maddi âlemdeki hırslarla örülmüş bir kişilikten ziyade, sirkülasyon tarzında, alıp verme tarzında bir yaşayış, Allah’ı bizden öne geçirmeye vesile oluyor.
Hiç olan adamın hikayesi
Bir gün yoksul bir kişi yolun kenarında oturuyormuş. Oradan giyim kuşamlı, elegant, önemli kişi, atıyla geçiyormuş. Bu yoksul kişi ona hiç bakmamış. Hani o William Tell hikâyesi var ya onun gibi. Yani şapkaya selam vermemiş. Gücenmiş bu atın üstündeki; üzülmüş ve öfkelenmiş. Hemen atından inmiş, yanına gelmiş o kişinin ve:
“Heey!” demiş, “bana bak!”
Bakmış, “Ne var?”
“Ben kimim biliyor musun?” demiş, “Bana selam vermedin, ama ben kimim biliyor musun?”
“Bilmiyorum. Ben cahil bir insanım.”
“Ben” demiş, “buranın karakol amiriyim.”
“Haaa güzel, sonra ne olacaksın?” demiş.
“Ben” demiş, “vali olacağım.”
“Güzel, sonra ne olacaksın?” demiş.
“Bakan olacağım!” demiş.
“Çok güzel, çok güzel. Sonra?” demiş.
“Başbakan olacağım!” demiş.
“Güzel, fantastik, çok güzel. Sonra ne olacaksın?”
“Ben” demiş, “devlet başkanı olacağım.”
“Oh” demiş, “çok güzel. Sonra ne olacaksın?”
“Hiiç” demiş.
“Vah!” demiş, “senin yolun çok uzun. Ben şimdi hiçim”.
Nasreddin Hoca ve atlı adam
Nasreddin Hoca, eşeğine binmiş gidiyormuş. Mütevazı, kendi halinde, huzur içinde, şarkısını, türküsünü, gazelini okuyarak gidiyor. Yine böyle negatif gururlu, at üzerinde, böyle giyinmiş kuşanmış bir beyefendi de dörtnala yanından geçiyor hocanın. Hoca’yı da küçük görüyor; biraz onu etkilemek de istiyor. Yüzüne vurmak istiyor, yani fakirliğini, yoksulluğunu vs; kendi ihtişamını göstermek için:
“Hey Hoca!” diyor, “Eşek nasıl gidiyor?”
Hoca bakıyor yandan geçerken. Onu gösteriyor, atın üstündekini:
“Çok iyi, çok iyi!” diyor, “Atla gidiyor!”
Evet. Şimdi çok güzel bir konu çıktı burada. Buradaki adamın maşallah demesini gerekli görüyor Allah. Yani Allah istediği takdirde, Allah izin verdiği takdirde… O’nun iradesine saygıyla olabilecek olan bir şey olması gerektiğini söylüyor Allah. O zaman, aslında hiçbir şey, hiçbirimizin değil. Her şey Allah’ın. Bunu böyle idrak edip de böyle yaşamaya başladığımız zaman, o bize verilmiş olanların sorumluluğundan kurtuluyoruz.
Geçen bir sohbette anlattığım, Hz. Mevlânâ’nın çok güzel bir hikâyesi var. Konuya ilişkin olduğu için bir kere daha anlatalım:
Hayvanların dilini öğrenen adamın hikayesi
Bir gün bir kişi, Hz. Musa’ya geliyor. “Ya Musa! Sen…” diyor, “…hayvanların dilini bilirmişsin. Ben bunu öğrenmek istiyorum. Bana öğret, hayvanlar ne demek istiyor.”
Hz. Musa düşünüyor “Bu çok tehlikeli bir şey. Olmaz…” diyor, “…öğretmem.”
Fakat Allah müdahale ediyor. “Bırak…” diyor, “…ya Musa öğrensin. Ondan alacağı şeyler var. Öğret ona.”
“Peki” diyor Hz. Musa ve öğretiyor.
Adam çok memnun. Ertesi gün kapının aralığında duruyor, bahçedeki hayvanlar ne konuşuyorlar, öğrenecek.
Horoz bir parça ekmek bulmuş, afiyetle ekmeği gagalamakla meşgul. Köpek horoza biraz öfkeli.
“Senin” diyor, “gagan var. Sen böyle aralıklardaki küçük küçük şeyleri bulup geçiniyorsun, ama… ben yiyemiyorum. Sen benim lokmamı alıyorsun. Niye benim lokmamı alıyorsun?”
Horoz oralı olmuyor. “Boş ver” diyor. “Yarın ev sahibinin eşeği ölecek. Sen yüklü bir yiyecekle karşılaşacaksın ve çok yiyeceksin. Her türlü et, kemik sana gelecek.”
Kapıda bunu dinleyen ev sahibi, hemen götürüp eşeği satıyor pazarda.
Ertesi gün yine kapı aralığında; “Bakalım ne diyorlar?”
Horoz mahcup, kıpkırmızı olmuş. Tabi köpek de ondan hesap soruyor, alay ediyor biraz da.
“Sen üzülme” diyor horoz, “Yarın ev sahibinin öküzü ölecek. Sen yine büyük bir ziyafete konacaksın.”
Köpek “oh” çok memnun. Ev sahibi hemen pazarda yine, öküz de gidiyor.
Ertesi gün horoz biraz daha kızarmış halde, daha mahcup. Köpek alaycı.
“Sen üzülme” diyor horoz. “Yarın ev sahibinin kendisi ölecek. Evlatları çok büyük ziyafetler verecek. Sen de bayram edeceksin.”
Adam tabi bunu duyunca fevkalade etkileniyor, koşa koşa Hz. Musa’ya gidiyor.
“Aman ya Musa! Ben ettim sen etme. Böyle böyle oldu. Kurtar beni bu işten.”
Hz. Musa “Ben bir şey yapamam. Bu Allah’ın takdiri” diyor. Ve adam ölüyor.
Hz. Mevlânâ burada güzel bir açıklama yapıyor.
“O açgözlü adam” diyor “baştan eşeğinin öldüğünü kabul etseydi, canını kurtaracaktı. Çünkü onun hayatına gelecek olan, eşeğe gelecekti.”
İşte burada eşyanın ve bize verilen her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu düşünürsek, O’nun için hizmet edip, O’nun için kullanma yolunda olursak, o eşyanın sorumluluğunu almamış oluyoruz. Böyle olunca da kaderi zorlamak için sihir, büyü yapmaya gerek kalmıyor.
Hamd
Hz. Mevlânâ diyor ki, “Cüzi iradeden, külli iradeye geçiş hamd ile olur.” Hamd kabuldür, teşekkürdür ve rızâdır, tevekküldür. Hepsi içindedir hamdın. Ve bu söz de, cüzi irade-külli irade sözü, geçen sene 40 günlük sema sırasında yine burada doğdu, bu sohbetlerde bulundu.
Turgut Baba’nın çok yakın, çok sevdiği bir dostu vardı: Hattat Hamit Bey. Çok tanınmış, çok usta bir sanatçı. Ben bir gün onu ziyarete gitmiştim, sohbet ediyorduk. Küçücük bir dükkânı var, orada resimlerini yapıyor. Çok mütevazı bir yaşayışı var.
“Bir gün…” dedi “…dükkân sahibi geldi. ‘En kısa zamanda bu dükkânı boşaltacaksın’ dedi bana. Sordum ama niye olduğunu da pek söylemedi.”
Yani bir delil, bir sebep de yok. Bir agresyon var: “Boşaltacaksın!”
“Neden?” diye sordum. ‘Ben öyle istiyorum. Ben mal sahibiyim’ dedi. ‘Ha öyle mi… Mal sahibi, mülk sahibi hani bunun ilk sahibi’ dedim ben de.
15 gün sonra adam öldü.
Tabi bu hoş bir şey değil, ama o doğruyu söylüyor. Hani bunun ilk sahibi? dediği zaman doğruyu söylüyor.
Biz bir şeye sahip olduk, dünyaya geldikten sonra. Dünyaya gelmeden önce görünüşte ona başkası sahipti. Bizden sonra yine başkası sahip olacak. Öteki tarafa tapuyu götüremiyoruz. O halde, o şey zaten bizim değil ki… Bizden önceki de sahipmiş, bizden sonraki de sahip, o halde bizim değil. Ama maşallah dersek, işte o bizim oluyormuş. Allah onu bize veriyormuş. Veya inşallah. O zaman işte iradeyi cüzi, iradeyi külli ile birleşiyor. Ve ışık doğuyor, nûr doğuyor. O zaman rağbet ona oluyor. Rağbet edilen şey Allah iradesine teslim olanda yoğunlaşıyor. Ve regaip oluyor. Regaip kandili oluyor.
Rekabet
Bay Reinhard bugün buraya geldi. On sene önce biz görüşmüşüz, ona bir ud vermişiz. Burada dört tane Divan-ı Kebir’in cildi var, Hz. Mevlânâ’nın. Bu kitaplardan birini seçsin ve seçtiği kitabın bir sayfasını açsın, bakalım ne geliyor, Regaip Kandili ile ilgili olarak.
Evet, orda bir işaret de yok. Müsaade ederseniz tamamını okuyalım.
(Divan-ı Kebir) 3. cilt, 166, 167. sayfalar.
Bugün dostla buluşma rüzgârı, mutlu olma rüzgârı esmededir. Ve bu sevgi, verdiği sözde, ahdinde durmuş vefa göstermededir. Rakip gitmiş, artık sevgilinin yanında yok.
İşte rakip, rekabet günümüzde ekonominin en yakın yardımcısı. Ve rekabet, düşmanlığı, tefrikayı, ayrılığı oluşturuyor.
Sevgili, düşmanın zahmetini çekmeden, âşıkların yalvarışlarını, yakarışlarını duymadadır.
Tasavvuf erbabınca, gerçek rakip şeytandır denir. Çünkü Allah’tan izin istemiştir, âdemoğluyla yarışmak üzere. Burada Hz. Mevlânâ, rekabet gidince sevgili âşıkların yalvarışlarını, yakarışlarını duymadadır, zahmet çekmeden diyor. O zahmeti veren rekabet, rakip.
Ey sevgi! Ne mutlu sana buluşma lütfunda bulunarak kendini gösterdin.
Konumuz ışıktı.
O öyle bir ay yüzlüdür ki, onun nûru güneşin ışığından üstündür.
Bugün o, ay gibi olan yüzünden örtüyü kaldırdı.
Bu konu da tasavvufta çok işlenir. İnsan hakikati göremiyorsa gözündeki perdeden dolayıdır. Perde kalktıkça, o nûru görür denir.
Az önce söylemiştik, ayrılık: rekabet ayrılığı getirir, tefrika, ikilik oluşturur.
Ayrılıktan ötürü ne rahat kalmıştı ne de huzur. Bu gün ise yaşayışımız güzelleşti, tatlılaştı.
Neden? Rakip gitti, ayrılık gitti, yarış bitti. Demek ki ekonomisiz yaşamak da mümkün.
Yeni ay her zaman güneşten nûr alır.
Bu ay ise güneşe kendi nûrunu veriyor.
Bu ay nasıl şaşılacak bir aydır.
Ey gönül! Bu halden faydalan, Allah’a şükret.
Sevgi sana şefik olmaya, acımaya başladı.
Allah da seni seviyor. Ne mutlu sana.
Sevgi bizim susuzluğumuzu gidermek için meclise geliyor.
Âşıkları rahatsız eden gam, şu anda kapının dışında kaldı.
Damdan da aşağıya indi.
Vakıf
Şimdi, çok enteresan bir şey. Kuran’ı Kerim’de iki kişiden bahsetti Allah. Birine mal mülk vermiş ama o gururlanmış, diğerine tepeden bakıyor.
Bir söz vardır, “Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar” derler. Doğrudur, çünkü o zenginin malında fakirin gözü vardır. Ve o sebeple ayrılık vardır, birlik yoktur. Hz. Peygamberin kendine ait hiçbir şeyinin olmayışı birliği getirdi, ayrılığı değil.
Benim tanıdığım bir ahbabım vardı. 40 tane fabrikası vardı. Allah rahmet eylesin. Bir vakıf yapmıştı. Bütün idaresini vakfa bıraktı. Dolayısıyla benim fabrikam var demiyordu.
O halde “benim bir şeyim yok” demek, tefrikayı giderir, birliği getirir anlayışı çıkıyor. O zaman regaip, rağbet etmek, vakıflaşmaya götürüyor. Allah’ın malı olan her şeyi, bütün insanlık adına kullanmaya götürüyor insanı. “Âşıkları rahatsız eden gam şu anda kapının dışında kaldı.” Neydi o gam? Rekabet duygusuydu, çekişmeydi, tefrikaydı, ayrılıktı.
Bugün o buluşma ihsan ediyor, şifalar veriyor.
Bakın şimdi ışık nereye götürüyor bizi.
Ey insanlar, aşka sarılın, onun çağrısına cevap verin. Ona gidin, onu bırakmayın çünkü Allah aşka ölümsüzlük vermiştir.
Daha önce sevgiden bahsetmişti, şimdi aşka geldi. Hz. Mevlânâ “Aşk sayıya sığmaz sevgidir” der.
Varlık âleminde asıl yaşayış, duyuş aşktır.
Aşksız yaşayış, yaşayış değildir, tabuttur.
Seni aşktan alıp dünya sevgisine doğru çeken dost,
nicedir ki senin düşmanındır, o sana haset etmededir.
Aşkta konuşma, aşktan bahsetme yoktur.
Aşkı yaşamak vardır.
Aşkta inlemek, gözyaşı dökmek vardır.
Bu gözyaşları sana kâfidir.
Sus! Söyleme! Hiçbir şey deme.
Deme de aşkın ne olduğunu gözyaşı söylesin.
Gönül yanmaya başlayınca öd ağacı gibi koku verir.
Final olarak burada rağbet aşka olduğu için, aşkın dili de inleme, gözyaşı dökmektir ki, “Allah’ı rakik kalplerde arayın” hadisi vardır. Efkârlı, gözü yaşlı, inleyen kişilerin kalplerinde arayın.
Adam yolda gidiyormuş. Arkasından da bir başkası geliyormuş. Önde giden “Ahhh!” diye iç çekmiş.
Hadi şimdi hep beraber bir “Ahhh” çekelim.
“Aaahhhhh!”
Bir daha.
“Aaahhh!”
Bir daha!
“Aaahhh!”
Arkadaki koşmuş yanına gelmiş:
“Al, neyim varsa senin olsun. Şu ah’ı bana ver.”
Onu hissedebilmek önemli. Bu laftan sonra bir ah daha yapalım.
“Aaahhhhh!”
Eveeet…
Rızâ-lillâh, rızâ-i Resulullah, rızâ-i ehl-i beyt-i Resulullah, rızâ-i Ali-velîullah, bî himmet-i pîran, kabûl-u dua, kabûl-u sohbet, feyz-i leyl-i regaip… El-Fâtiha!
Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âli seyyidinâ Muhammed.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdü lillâhi rabbil’âlemîn
Errahmânirrahîm
Mâliki yevmiddîn
İyyâke na’büdü ve iyyâke neste’în
İhdinassırâtel müstakîm
Sırâtellezîne en’amte aleyhim
Ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn.
Âmin.
Hayırlı Regaip Kandilleri cümleten, inşallah.