Mehmet Dumlu Hoca… Sufi turlardan dönüşte ona uğrardık. Can Seramik diye bir dükkanı vardı. Dükkanın biraz altında, alt katta bir sohbethanesi vardı. Kendisi normalde camii imamıydı, hocaydı. Kadrolu. Fakat aynı zamanda manevi rütbesi olan şeyhti. Ve ikisini bir arada gayet güzel götürüyordu. Onun aşk konusunda çok güzel sohbetleri oluyordu; bir de ayna. Aşk için söylediği şeylerden bazıları, aşkın ‘bir cezbe, bir vakum’ özelliği olduğu.
Bazı astrofizikçi arkadaşlarla konuşurken şöyle bir konu açılmıştı bir ara; Einstein ve Kaniat diye bir kitap vardı. 109. sayfa 17. satırda bir bilgi geçerdi; keşke başka kitaplarda da böyle numaraları tutabilsem aklımda ama bu nasıl olsa kalmış. Burada vakumdan bahsediyor Einstein, çekim.
Şimdi başka bir planete gitmek için bir itici enerjiye ihtiyaç var. Onun için habire yakıt üzerine çalışıyorlar. İşte hidrojen yakıtı vs vs. şimdi de bor üzerine çalışıyorlarmış. Bor üzerine çalışılması çok iyi. Çünkü dünyadaki bor rezervinin %70’i Türkiye’de. Güzel bir ekonomik imkan var. Ve Türkiye’de şimdi bu tür faaliyetler için uzay platformu kuruluyor. Belki Türkiye’den de uzaya varlıklar gönderme şansı olacak. Veyahut da uzaydan gelenleri ağırlamak için. Çayımız, kahvemiz var. Hele buraya gelirlerse her gün değişik yemeklerimiz var. Kahvaltımız zengin, erişteli mercimek çorbasının üzerine yok. Kokulu, meyveli pilavlarımız vs.
Her neyse, şimdi bor elementi gibi bazı elementlere ihtiyaç görülmüş olması haliyle pahalı bir sistem. Fakat Einstein o kitabında başka bir şeyden bahsediyor. Her planetin kendine göre bir çekim gücü var, mesela buradan bir ayar makinamız olsa bir de bir hava aracımız olsa, desek ki; biz Venüs’e gideceğiz, Venüs’ün çekim gücüne ayarlasak aracımızı hoop Venüs’e gidebiliriz. Ama gidemiyorsak; ne var? Dünyamızın çekim gücü Venüs’ün üstünde olduğu için şimdi dünyamızın çekim gücü buna müsaade etmiyor. Şimdi bunu tasavvufa biraz yönlendirelim, diyelim ki Venüs bizim sevgilimiz, fakat o sevgilinin cazibesine gidebilmek için kendi egomuz olan dünyanın çekiminden kurtulmamız lazım.
Yeni derviş, şeyhini ziyarete gidiyor; kapıyı çalıyor, içeriden “kim o?” cevabı geliyor. Derviş “ben geldim” diyor. Kapı açılmıyor. Dolaşıyor dolaşıyor, bir kaç yıl geçiyor. Tekrar geliyor, kapıyı çalıyor, “kim o?” diyor şeyh efendi, “sen” diyor. Kapı açılıyor.
Niyazi Mısri Hazretleri diyor ki… yahut A’mak-ı Hayal’den misal verelim daha iyi:
Ben oyum ki ben dedikçe maksadındır kudretin. Ben oyum ki varlığından zahir olmuş vahdetin.
Orada ‘ben’ dedikçe maksat, O’nun kudreti ise ‘ben’ aradan çıkmış oluyor.
Genelde mutasavvıflar sohbetlerinde kendi tecrübelerinden veya kendi kanaatlerinden fazla bahsetmezler. Kendi kanaatlerini, vardıkları tecrübelerle, verecekleri bilgileri evliyaullahın menkıbeleri vasıtasıyla endirekt olarak verirler. Onun için evliya menkıbelerine saygı gösterip bu konuyla özdeşleşecek formüller öğrenmekte fayda vardır.
Önceki sohbetimizde olmayan arkadaşlar için bugünki sohbette konuştuğumuz bir konuyu burada yerine getirelim. Şimdi ‘ben’ olayında haliyle sadece ‘ben’ demek değil başka şeyler de var. Egonun gerektirdiği ve Allah’ın sakınmamızı tavsiye ettiği düşünce, algılıma, duyma, uygulama şekilleri var. Şimdi anlatacağım menkıbe buna güzel bir örnek; Tezkiretül Evliya’dan (Feridüddin Attar).
Hz. Nuri isminde bir zat varmış. Karanlıkta konuşurken ağzından ışık çıkarmış. Tezkire’de yazmıyor ama herhalde onu karanlıkta konuşturuyorlar. Bu zat bir gün yolda gidiyormuş, yol üstünde bir yangına tesadüf etmiş. Bir aile yangından muzdarip; anne, baba evin dışında ama iki çocuk içeride kalmış. Anne, baba feryat ediyor fakat yangına giremiyorlar -içeriye. Dışarda da kimse yok onlara yardım edecek. Hz. Nuri bunu görünce hemen tereddütsüz yangının içine giriyor çocukları çıkarıyor. Baba çok memnun, onu ödüllendirmek, para vermek istiyor. Hz. Nuri kabul etmiyor, ‘Nuri bu parayı alırsa, bir daha yangından çocuk çıkarmak imkanı kalamaz’ diyor.
Şimdi bu hassas olayda ego nerede? Ego, burada en son planda, egonun mağlup olma, biriktirme prosedürüne karşı, yardım etme, paylaşma birinci planda, fedakarlık birinci planda. Hatta ölümü göze alarak. Bu kolay bir iş değil ama imkansız da değil. Çünkü Allah’a hizmet ve insan sevgisi, bu egonun önünde olabilecek kalitede. Böyle bir anlayışı, böyle bir yaşayış sistemini insan kendi hayatına uygulamada sadakat ve samimiyet gösterebilirse, tercih hakkını bu yönde kullanabilirse ve en önemlisi başladığı bir kararı ve düşünceyi sonuna kadar götürebilirse, o zaman iradeli, iradesini kullanabilen ve takip eden kişi modelini oluşturur.
Bu psikiyatride önemli bir konudur. Takip fikri. Takip fikri de sadece bir teori ve zan değil. Pratik olması gereken bir olay çünkü bu bir hümanisttik olayı aynı zamanda, çünkü bir haysiyet meselesi, şeref meselesi. Bir söz verildiği zaman o sözün takipçisi olup sonuna kadar götürebilme olayı. Belki bazı kabul edilebilir mazeretler olabilir. Bunlar meşrudur ama o mazerete imkan olmadanki dönemde yapılabilecek olan bir şey yapılamıyorsa burada bir gevşeklik vardır. Araya başka şeyler giriyordur.
Şimdi Mevlevi yolunda çileye girecek olan dervişler olur. Bazı ağır görevleri üzerlerine alabilecek, sorumluluk alabilecek kişilerin istekleri olur -muş. Böyle durumlarda uzak yere gönderirlermiş, görev verirlermiş. Mesela buradan Yalova’ya gidecek 2 saat, 2,5 saat yürüyerek mesela. Şimdi bu yola çıkıyor gitmek için, hemen arkasından birkaç takipçi gidermiş, onu yolundan çevirmek için ellerinden geleni yaparlarmış. Yemek yemeye içmeye davet ederlermiş, masal anlatırlarmış vs. vs. Ta ki bunlara hayır deyip de görevine devam edene kadar.
‘Canım ben böyle bir şeye niyet ediyorsam, öyle yoldan çevirenlere hiç aldırış etmem’ diyebiliriz şu anda. Ama şimdi yola çıktığımızı düşün, bir saat geçmiş yolda. Hararet 40 derece, öğlen saati, susamışız, yorulmuşuz, orada önceden gelen görevli bir güzel gölgelik yapmış, bu dönemin güzel, renkli ve zevkli kavunlarından, karpuzlarından koymuş tatlı, vişnelerini, kirazlarını koymuş, özel şerbetlerini hazırlamış, oturacak yerler yapmış ve buyur ediyor gel diye. Davet Allah’tan. Tamam, eyvallah, buraya kadar iyi, e oturdu, e nereden gelip nereye gidiyorsun? Çoluk çocuk hanım aile vs. vs. dakikalar geçiyor. Zaten onu söyleyecek kişi onun künyesini biliyor. E işte ilgi sahaların neler? Askerlik nerede oldu? Vs. vs. Elbise dikiyor musun, hiç biliyor musun? Ütü yapıyor musun, genişliyor genişliyor genişliyor ve dergah ne oldu? Dergah, rafa kalktı şimdi. Geçti iki saat. Bu iki saatte gevşedi. Gevşeklik, rehavet verdi. Madem uzun yola gideceksin şurada bir on dakika dinlen, uyuyuver. Yatak hazırladı. Uyudu kaldı. Geçti üç saat daha. E, iki saatte gidip geleceği yol etti sekiz saat. Ne oldu? Nerede kontrat? Nerede sadakat? Gitti, işte bu zaaf, insanın zaafları. Eğer bu zaafa alet olunursa partiyi kaybediyor. Şimdi bunun milimetrik imkanlarını günlük hayatımızda düşünelim.
Üniversiteden çıktık eve doğru gidiyoruz. Deminden ayakkabıcılık üstüne sohbetimiz oldu, Musa Bey’le. Yol üstünde bir ayakkabıcı var. Ayakkabıcının önünde bir kedi oturmuş, kapının önünde. Ayaklarını da böyle yapmış, ayakları görünmüyor. O kadar tatlı, o kadar güzel ki… İşimiz de acele, biraz hızlı gideceğiz. Kalakaldık orada. Dakikalarca seyrediyoruz, bakıyoruz.
Peki, şöyle bir şey sorabiliriz: Bu normal değil mi, insanın normal bir alakası değil mi?
Şimdi bunu mikroskoptan değil de, teleskoba yönlendirelim bu olayı. Kediyi büyütelim, dükkanı da büyütelim, ilgiyi de büyütelim. Biz orada beş dakika kaldık farz edelim. Bu ilgi bizi iki saate çıkardı farz edelim. Ne oldu? İlgi odağımız değişti. Eski dönemde bu kadar uyarı gören konu olmadığı için, yolcuyu yolundan edecek sebepler azdı. Ama bugün yaya olarak yürümeye kalktığımız zaman, özellikle yoğun yerlerde o kadar çok mağaza ve dükkan var ki onlara ayrılacak olan zaman gittikçe uzuyor, büyüyor. O zaman nerede kaldı bizim Venüs’ün cazibesi? Manialar çoğalınca o cazibeyle Venüs’e ulaşma şansı azalıyor. Başka küçük venüsçükler icad oluyor, ve Venüs de sızlanmaya başlıyor ‘hani gelecektin, ne oldu?’ E, ‘Geç geleceğim’ mazereti bir yere kadar, ondan sonra o da kabul etmiyor artık.
Neyse biz rahmetli Mehmet Dumlu Hocayı rahmetle anıyoruz, şimdi bu sohbette onun da yeri oldu. Ve aşkın hakikaten bir vakum, cazibe olduğu fikrini tekrar söylemiş oluyoruz. Son günlerde konuştuğumuz bir cezbe olayı var, ecstasy olayı. İşte o ecstasy de aşkın bir görünüşü.
Şimdi hatırlayalım Hazreti Peygamberin sema yaptığı zamanı, ne diyordu Necet’li Arap şair; “çare kendinde” ama hangi çare? Senin aşkına ulaştıran çare. Demek ki kendinde yapacağın bir inkılapla sana ulaşabileceğim. O inkılabın da kalitesi, engelleri ortadan kaldıracak iradeyi kullanıp tercih yapabilmekle alakalı.
Peki sohbetin başına gelip bağladığımız için şimdi Görkem’in kendi icad ettiği bir müzik aleti bu: Yaybahar. Ve bu aletle arkadaşımız dünyanın büyük orkestralarıyla beraber çaldı…