Gün 27 – Ramazan, Oruç, Niyet, Amel, Denge

Niyet amelden üstündür. Buradan baktığımız zaman, niyetimizi halis tutabilmek, devam ettirebilmek ve geliştirebilmek önemli.

Aşağıdaki metin  Rahmi Oruç Güvenç tarafından, 27 Mayıs 2017 günü, Yalova, Gökçedere’de süren 114 gün 114 Gece sema etkinliği sırasında yapılan bir konuşmadan deşifre edilmiştir.

Selamın Aleyküm. İyi akşamlar. Genel sohbete girmeden önce, vakti değerlendirmek açısından özellikle yeni gelenleri aydınlatmak, eskilerin de bilgilerini tazelemek için bir sohbet açıyoruz. Böylece Ramazanın birinci gününü idrak ettik ve hissettik. Allah hepimize hayırlı kılsın. İnşallah tamamını tamamlama imkanı versin. Çeşitli sebeplerle oruç tutamayan arkadaşlar olabilir. Onlar böyle bir Sema faaliyetinde oruç tutamadık diye üzülmesinler çünkü bu faaliyet, Sema olayı zaman ve organ ritimlerinde değişiklik oluşturabiliyor. Şöyle düşünenler olabilir: Ben oruç tutarsam sema yapamam gibi veya gündüz biraz uzun, dayanamam diye düşünebilir. Şunu kesinlikle bilsinler ki burada onları kınayan kimse yok. Manevi açıdan da kınanmaları mümkün değil çünkü Bakara suresinde ayetlerden birinde ‘Dinde zorlama yoktur’ der, ve Hz. Peygamberden gelen bazı tavsiyeler var: ‘Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız, müjdeleyiniz.’ Şimdi bu açıdan baktığımız zaman, İslam dininin çok kolay bir din olduğu anlaşılır. Nitekim herhangi bir sebeple niyet ettiği halde oruç tutamayanın ramazandan sonra telafi etmesi mümkün veya diyet ödemesi mümkün.

Buradan çok ilginç bir muhakemeye ulaşabiliyoruz. ‘Niyet amelden üstündür.’ Şimdi bu o kadar önemli bir psikolojik hitabet ve formüldür ki insan hayrette kalıyor. Demek ki yapılması düşünülen bir eylem, bir hayır, bir fayda gibi, her neyse, ona niyet edilmesi, düşünülmesi birinci planda önem kazanıyor. Sonra çeşitli sebeplerle onu gerçekleştiremese bile, o niyet gerçekleştirilmişçesine bir önem kazanıyor ve gerçekleşmiş gibi oluyor. Buradan baktığımız zaman, niyetimizi halis tutabilmek, devam ettirebilmek ve geliştirebilmek önemli.

İkinci basamakta ise, o niyeti gerçekleştirme yönündeki tercih ve imkanlar devreye girer. Şimdi o zaman tercih olayı, ‘Ben bu işe niyet ettim, bunu gerçekleştirmek istiyorum fakat birçok konu var, bu konudaki tercihimi nasıl kullanacağım?’ sorusu akla geliyor, bunu gerçekleştirme yönünde. Makul olanlardan biri, elde imkan varsa, bu niyeti hemen gerçekleştirmek. Fakat bu hemen gerçekleştirme durumunda yine tercih konuları devreye girince çeşitli faktörler oluşuyor. Mesela ‘Ben bugün oruç tutmaya niyet ettim ama bir soru geliyor: ‘Tutarsam sema yapabilir miyim, başım döner mi, denemedim daha önce.’ deyince ne oluyor? Tercih için bir konu giriyor devreye. Normal yaşayışta bu ‘acaba’ tabii karşılanır ama normalin yanında yan normaller vardır: paranormal, sunormal, subnormal, sürnormal, anormal….ve ona göre de tercih bunlardan birine yönlendirme endişesi ve şüphesi ve imkanı vardır. Bu adayımız olan kişi, birinci gün, ikinci gün Sema sırasında oruç tutma konusunda gayret gösteren veya bu konuyu irdeleyen adayımız, olaya samimi yaklaşıp da bir yatırım yaptıysa, tercihteki duygular onu gerçekleştirme yönüne çeker.

Şöyle bir Sufi hikayesi anlatılır. Hızır Aleyhisselam yolculuğu çok seviyor. Malum, inanışa göre her an birçok yerde görülebiliyor. Anadoluya gittiğiniz zaman, şehir ve kasabaların çoğunda Hıdırlık diye özel bir tepe bulunur. İnanılır ki Hızır Aleyhisselam orada görülmüş veyahut da bir olay oluşmuş orada. Rivayetimiz yine Hızır Aleyhisselam üzerine.

Hızır Aleyhisselam bir gün bir yolculuğa çıkıyor. Denizleri de geçerek bir adaya varıyor, bu adada bir bakıyor, bir adam tepeye çıkıp aşağı yuvarlanıyor ve defalarca yapıyor bunu. Hızır Aleyhisselam ilgileniyor, ‘Sen ne yapıyorsun?’ diye soruyor ona. O da ‘Allah’a ibadet ediyorum.’ diyor. Bunun üzerine, ‘Böyle olmaz, şöyle olur.’ diye ona namaz öğretiyor. Ondan sonra, öğrettiğine inandıktan sonra geri dönüp, deniz üzerinde yoluna devam ediyor. Bazı rivayetçilere göre de gemi ile gidiyor. Her neyse, bir müddet yol aldıktan sonra arkadan bir ses geliyor, ‘Hey dur dur dur!’ Bir bakıyor ki adam denizin üzerinde koşa koşa geliyor ona doğru. ‘Bir dakika dur, bir dakika dur’ diyor. ‘Bir yeri anlayamadım,…’ diyor, ‘… şurada ne yapılacaktı’ diyor ‘namaz kılarken?’ Hızır Aleyhisselam bir adama bakıyor, bir düşünüyor. ‘Ben artık sana bir şey söyleyemem, sen istediğini yap’ diyor.

Buradaki samimiyet, yakınlık, teslimiyet o kadar ki, formun ötesine geçebiliyor. Tasavvufta yine bir söz vardır, ibadet edecek kimselerin dikkatine denir: ‘Taklitten tahkike geçiş’. Taklit etmeden doğru uygulamaya geçiş. Hakikate geçiş.

Şimdi Cuma namazı kılmaya niyet ediyoruz. Arkadaşlara bu duyurulduğu zaman geliyorlar, yerli yabancı arkadaşlar. Biz namaz kılmayı bilmiyoruz diyorlar. Biz hadi sen kenara git mi diyeceğiz? Ne diyoruz, siz de cemaat gibi durun, biz nasıl yapıyorsak siz de onu yapın, sizin yerinize duaları biz okuyalım.

Bir örnek verelim. Şimdi yatsı namazında okunan son dualar bazılarına çok zor gelir ama kolaylık vardır, onları okuyamıyorsan bildiğin duaları oku denir, ne oluyor? Kolaylaşıyor. Niyet birinci plana geliyor.

Şimdi bu dağdan yuvarlanma herhalde eskiden adetmiş. Buna ait Mesnevi’de de güzel bir rivayet vardır:

Zamanında bir şeyh varmış, çok ileri seviyeye gelmiş bir şeyh, kendini feda etmek için yapmadığı şey kalmamış. Onun için en son kendini dağdan aşağı atma konusuna yönlenmiş ve bunu gerçekleştirmiş ama ne için yapıyor, Allah için yapıyor, ölmemiş, bir daha yapmış, yine ölmemiş, bir daha yapmış, yine ölmemiş. Derken bir rüya. Rüyada gaybdan bir ses: Ya kulum, sen böyle bir fedakarlık yapmak istiyorsan başka yolları var bu işin. Peki, ne yapalım? Filan şehre git, o şehirde üç sene dilencilik yap.

Uyanıyor, mesaj geldi, pılını pırtısını toplayıp o şehre gidiyor, çok tanınmış bir şeyh olduğu için adı ondan önce o şehre varıyor. O daha şehre varmadan şehrin ileri gelenleri şehrin kapısında onu bekliyorlar, buyur ediyorlar, aman efendim, hoş geldin filan… Diyor ki: ‘Ben sizin zannettiğiniz gibi gelmedim. Ben buraya dilenmeye geldim.’ Hiç kimse inanamıyor, şaka yapıyor zannediyorlar.

Fakat ciddi olduğunu gösteriyor. Üç sene dileniyor, gerçek bir dilenci gibi ve hatta gına getiriyorlar bunun dilenmesini. Başarılı bir dilenci olarak üç sene geçtikten sonra yine bir mana, bir rüya zuhur ediyor. Ya kulum, başarılı oldun şimdi yeni bir çalışma var. Şimdi bir post alacaksın, postun üzerine oturacaksın, yerin herkese açık. Kim gelirse onun ihtiyacına cevap vereceksin ve lazım olan her şeyin postun altında.

Tamam, postu koyuyor, oturuyor. Birisi geliyor, efendi benim 50.000 tl borcum var, hop, post ziyaret, 50.000, buyur. Hz. Mevlana bunun arkasından bazı yorumlar yapıyor, fakat bu yorumlar bunu tamamlayıcı yorumlar.

Demek ki o kadar kendini paralarcasına dağdan aşağı atmak gerekmeyebiliyor ama başlangıçta fena olmadığı anlaşılıyor. Fakat başka formüller de olduğuna göre arada iyi bir seçim yapmak lazım. Hem o eski dağlar kalmadı, şimdi hep ev oldu.

Hemen buradan bir Nasreddin Hoca hikayesine geçelim. Bazen bu dağ yerine yüksek bazı şeyler ortaya çıkıyor. Malum, Nasreddin Hoca hem imam hem de müezzinlik görevi yapan bir kişi. Herhalde o zaman şimdiki gibi diyanetten kadrolu müezzin yoktu. Zavallı hoca bütün görevleri tek başına yürütüyordu. Yine bir gün hoca çıkmış minareye, ezana başlıyor, biraz az akıllı, çok cesur bir kişi de hocanın yanına geliyor, minareye çıkıyor. Şimdi hoca ona bakıyor, o da ona bakıyor. Neyse adam konuşmaya başlıyor: ‘Hoca’ diyor, ‘gel seninle bir şey yapalım.’ Hoca ihtiyatlı: ‘Ne yapalım?’ ‘Buradan aşağıya atlayalım.’ Kaç metre. Allah korusun, bir yeri kırılacak, problemli bir şey. Hoca hemen o meşhur aklını kullanıyor. Önce bir gülüyor, çok iyi bir şey söyledin tarzında. Ondan sonra diyor ki: ‘Buradan aşağı atlamak çok kolay fakat ister misin seninle zor olanı yapalım?’ Az akıllı, çok cesur ilgileniyor, ‘Ne yapalım?’ diyor. ‘Buradan doğrudan doğruya güzelce merdivenle aşağı inelim, aşağıdan yukarıya atlayalım’ diyor. Hikaye burada bitiyor.

Şimdi gelelim niyetin önemine. Niyet var, bir de iyi niyet var. İyi niyet geçenlerde bahsettiğimiz allopsişik oryantasyon ile alakalı. Çünkü bu oryantasyonun bizim menfaatimizin dışına çıkması söz konusu. Başkalarının da menfaatini ve haklarını koruyacak bir sistem içinde olması lazım. O zaman olay paylaşıma giriyor. Paylaşımı gerçekleştirmek için de karşımızdakinin hakkını vermek gerektiğinden onun varlığını kabul etmemiz gerekiyor. Bu da dışlamamayı, birlikte olmanın gereğini bize hatırlatıyor.

Burada Hz. Mevlana’dan ilginç bir menkıbe var. Bu da çok ilginçtir konumuza yakınlığı bakımından. Günümüzde de vardır böyle iyi niyetli insanlar. Böyle bir zat, biraz pratik yaşayan bir zat. Pek zahmet sevmeyen, dua ediyor, Yarabbi diyor bana zahmetsiz rızık ver.

Allah da kabul ediyor, bir gece rüyada bir formül geliyor: ‘Filan kütüphanede filan adlı bir kitap var, git, onu bul, filan sayfasını aç, orada bir kağıt var, bu kağıdı oku, gereğini yap.’ Tamam, gidiyor, buluyor o kağıdı. Şimdi ne yazıyor o kağıtta? Filan adreste, tepede bir ağaç var. O ağacın önüne gidersin. Eline bir ok ve yay alırsın, şu istikamete doğru yayı çeker, oku atarsın. Okun düştüğü yeri kazarsın. İşte aradığın hesapsız rızık orada.

Adam büyük bir sevinçle hemen gidiyor kütüphanedeki kitabı buluyor, o sayfayı açıyor, hakikaten orada formülü görüyor. Okunu ve yayını da alıp çıkıyor tepeye. Arkasını ağaca veriyor, doğru istikameti buluyor, oku yaya yerleştiriyor, çekiyor, atıyor. Büyük bir ümitle düştüğü yere gidip kazmaya başlıyor.

O ana kadar gelen bütün bilgileri doğru gördü ve ümidi çok fazla, fakat kazıyor, kazıyor, aradığı şey yok, herhalde hata yaptım diyor, geri dönüyor, tekrar sırtını ağaca verip bir ok daha atıyor. Hevesle, ümitle gidip kazıyor, yine yok. Akşam oluyor, yok, ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar, ertesi gün tekrar.

Nihayet bunun bu hareketi deli gibi yorumlanıp sultanın kulağına gidiyor. ‘Sultanım, bir deli var, devamlı ok atıyor, hazine bulacakmış, haberiniz yok mu?’ filan, sultanı biraz hareketlendiriyorlar. Sultan bunun üzerine adamı çağırıyor sarayına, doğru bilgiyi ondan öğrenmek istiyor, adam da olduğu gibi anlatıyor. Sultan bunu öğrenince adamı hapse attırıyor. Sen hazine bulacaksın da sultana haber vermeyeceksin ha. Sultan oku yayı alıp oraya çıkıyor tekrar, sultan başlıyor atmaya, atıyor kazıyor, atıyor kazıyor, bir iki hafta da o çalışıyor ve sultan yoruluyor en sonunda, dönüyor sarayına. Adamı da hapisten çıkarıyor, azad ediyor, böyle bir şey yokmuş diye.

Huylu huyundan vazgeçer mi, adam okunu yayını alıp tekrar çıkıyor tepeye, yine başlıyor atmaya kazmaya, yine yok. Rüya geliyor: ‘Biz sana oku yaya tak, at dedik ama yayı sonuna kadar çek demedik ki.’ Hepsi de sonuna kadar çekip atıyorlar. Ertesi gün gidiyor, oku hafifçe koyuyor, çekip atıyor, kazıyor, hazineyi buluyor.

 

Şimdi bu hikaye bize ne veriyor? Bir şeyi öğrenip de uygulamaya geçtiğimiz zaman, sonuna kadar bütün gücümüzü kullanacak tarzda değil, istenilen tarzda yapmamız önemli. İşte bu bakımdan niyet ve niyetteki, alışverişteki doğru bilgi tecrübe ile birleştiği zaman ve de sabır ve iyi niyetle birleştiği zaman, okun, yayın izdüşümü hedefe götürebilecek hale geliyor. Şöyle bir hatıralarımızı, hafızamızı yoklayalım. Bu anlattığım iki olaya ait, Hz. Mevlananın söylediği bu rivayetlere ait, kendi hayatınızda yaşadığınız bir olay varsa bunu paylaşalım.

Emre: Hocam tam uyuyor mu bilmiyorum ama aklıma geldi. Ankara’da bir seminer vardı, belki 10 yıl filan önce. Sabah Oruç hoca kalktı, tıraş olacaktı, ‘Tıraş bıçağı alıp gelir misin?’ dedi. Ben de çok sevindim, hemen gittim. İlk bakkala girdim, ‘Tıraş bıçağı var mı?’ dedim. ‘Var’ dedi, bir tane uyduruk, tek bıçaklı gösterdi. Yok dedim, ben başka bir tane bulayım, çift bıçaklı güzellerden alayım. Orada epey bir dolaştım hızlı hızlı, terledim filan. Sonra, epey bir mesafeden çift bıçaklı bir tıraş bıçağı buldum. Onu aldım, sevine sevine döndüm. Baktım, Oruç hoca oturmuş, gazete okuyor. ‘Hocam’ dedim, ‘getirdim traş bıçağını.’ ‘Teşekkür ederim, ben oldum.’ dedi. Ben o bıçağı arayana kadar bir yerden bulmuş, olmuş.

Şefika: Benim burada semahanede bir iki anım var. Bir tanesi, Oruç Abi yukarıda görev verdiği için çok dikkatli olmam gerektiği konusunda. Her an uyanık olmak gerektiği.

Şimdi bazen o kadar çok uyanık oldum ki gözüme batmaya başladı: bu ona hata verecek, bu ona şöyle yapacak, bir an gerçekten bir baktım, her olayın birbirini etkileyeceğini düşünerek çok fazla efor sarf ediyorum ve bu aslında yarar yerine zarar vermeye başlamış. Sonra sanıyorum 66 ya da 99 günde, bir ara bir semazen arkadaşımız öyle dönmeye başladı ki, bir ortaya gidiyor, bir sağa gidiyor, sürekli birilerine tam çarpacak, geliyor, ayrılıyor. Ben ona o kadar çok dikkatli baktım ki, habire ‘Çarpacak, ne yapabilirim?’ diye düşünüyorum. Siz de şevk içinde devam ediyorsunuz. Çok güzel ahenk, gelip soramıyorum: ‘Hocam, acaba şu zararlı mıdır, n’apsak?’

Artık limite geldim. Risk alayım dedim, hafifçe uyarayım. Sonra semahaneye girdim, arkadaşa dedim ki ‘Şöyle biraz dikkatli mi olsan acaba?’ ama çok yoğun bir tepki aldım ondan. Bana kızdı. Ben her zaman çok dikkatli sema yaparım, sen ne karışıyorsun, bozdun vs. ve tepkiyle aşağı indi. Ben çok şaşırdım. Sonra biraz oluruna bırakmak gerektiğine kanaat getirdim.

Bir de dün çocuklar içeri girdiğinde biz beş kişiydik, devran zikri yaparken. Bir gün önce de Oruç abi çocuklar aranıza girebilir diye izin vermişti fakat yine biraz aşırı titizlikle rahatsızlık olacak düşüncesi ile, biz zikir yaparken çocuklar üç kişi ortada, biz de beş kişi, kafalarımız birbirimize vuruyor, sıkışıklık oldu düşüncesini yaşadım. Sonra çocuklara dışarı çıkmalarını söyledim çünkü çok sıkışıktı. Sonra, genişleyince belki içeri girerler, artık o an düşünemedim, onlara dışarı çıkın dedim. Sonra öğrendim ki Gaya (çocuklardan biri) çok ağlamış, o zikrin içinde olmak istiyormuş, bunun da oluruna bırakılması gerektiğini öğrendim. Bazen inşallah oluruna bırakmakta fayda var.

Oruç Hoca: Şimdi o zaman şöyle. Eğer biz bu ok yay hikayesini dün anlatmış olsaydık, o olay başka türlü olurdu, sen yayı az çekerdin. Devran zikrinde bu kadar kapanmaya gerek kalmazdı. Uygulanacak şartlarla mevcut şartlar arasında denge kurmak tasavvufta çok önemli.

Gaya’nın annesi: Hocam aslında Gaya’nın da orada hassaslığı var. Gaya zikre giremediği için ağlamadı bu arada. Siz ona zikre girin demişsiniz. Size hayır demek zorunda kaldığı için ağlamış. Görevi yerine getiremedi diye aşırı bir hassaslığı var. O da yayı fazla çekmiş.

 

Oruç Hoca: Evet, son bir örnek daha varsa… Tayfun bir örnek söyleyecek.

Tayfun bey: Kısa bir nükte var Uzakdoğu felsefesinden gelen. Böyle biri dövüş sporunu öğrenmek için üstada geliyor. Üstada soruyor: ‘Ne kadar sürer üstad olmam?’ Üstad düşünüyor: ‘15-20 sene sürer’ diyor. Talebe hırslanıyor biraz, ‘Eğer her gün başka bir şey yapmasam, sadece bunu yapsam, o zaman ne kadar sürer?’ diyor. Üstad cevap veriyor: ‘20-30 sene.’

Oruç hoca: Çok güzel, harika. Şimdi buraya kadar geldiğimizde şifahen kervan burada mıydı? Senin ilave edeceğin bir şey var mı?

Şifahen masalcı: Her şey her hikaye birbirine o kadar bağlı ki sanki hepimiz anlatmaya başlasak birbirimizin kafasındaki hikayeler bağlanacak gibi geldi. Mesela iki tane Rus vardı üç gün önce, bir tanesi erkekti, bir tanesi kadın. Tabii biz de ilk kez geldiğimizde bir sürü şeyi bilmiyorduk. Ben kıza bir şeyleri söylemeye çalıştım, incitmemeye çalıştım, incinmedi de zaten. Aslında dönme şeklinden dolayı değil, kıyafet kurallarından dolayı. Erkek olan ise çok hızlı dönüyordu, erkek görevlilerden biri onu durdurdu semahanede. Sonra durduran arkadaş özür diledi ama o küstü ve semahaneye bir daha çıkmadı. N’apsak da ve öyle küs olarak da gitti. O zaman ben de aynı şeyi düşündüm, hiçbir surette müdahale etmek galiba zulüm gibi bir başkasına ve bize de yapıldığında. Ben kendi yaptığım müdahaleden utandım, diğerinden de. Her şeyi oluruna bırakmak, evet, günlerdir ben de onu düşünüyorum.

Oruç Hoca: Şimdi bu konuda seni rahatlatalım. Çünkü her zaman şunu söylüyoruz. Eğer semahanede az kişi varsa istediğiniz gibi dönün ama üç- dört kişiden fazla kişi varsa ve meydan kısıtlı ise diğerlerine çarpmamak ve diğerlerine rahatsızlık vermemek üzere dikkatli dönün diyoruz. Bu tamamen hümanistik bir görüş çünkü hızlı dönmek isteyen kadar yavaş dönmek isteyenin de hakkı var ve buradaki yetki oradaki görevli arkadaşlarda. Herhangi bir rahatsızlık verilecek bir durum olduğunda onlar müdahale edebilirler. Bu semanın selameti için. Onun için o arkadaş adına sen üzülme. Biz bu toplumda onun hayra vesile olması için bir dua ederiz, bakarsın gönlüne düşer, sema bitmeden önce gelir.

Semada coşku çok önemli. Buna ait sohbetin sonu olarak iki rivayet anlatayım. Biri Hz. Mevlana’dan yine, Mesnevi’den. Tabii o dönemlerde tüccarlık ve ticaret çok önemli ve tüccarlar da yolculuk yapıyorlar. Onun için her 20-25 km’de bir kervansaray, tekkeler var.

Kahramanımız böyle bir tüccar. Alışveriş yapmış, yolculuk yapmış, yorulmuş, akşam olmuş. Dinlenmek istemiş, karnı acıkmış, yemek istemiş, biraz da neşelenmek istemiş yol üstünde bir dergah görmüş, dergahın kapısını çalmış. Meydancıbaşı buyur etmiş. Tüccar bakmış ölü halde bir dergah, ışıkları yok, her taraf kirlenmiş, dervişler böyle. Bir tuhafına gitmiş. Şeyh efendi devreye girmiş. Tüccar demiş, ‘Şeyhim, nedir bu hal siz ölmüşsünüz. Hadi demiş, ‘canlanın.’ Şeyh bakmış, tüccar, mangır var, hadi bakalım demiş dervişlere, uyanın.

Hadi deyip canlandırmış, ışıklar yanmış, dervişler kollarını sıvayıp suları kaynatıp başlamışlar baştan aşağı dergahı temizlemeye. Borç harç bir şeyler alıp, temin edip kazanları kaynatmaya başlamışlar, tüccardan mangır gelecek diye. Tabii bu ümit. Dergah şenlenmiş, yemek vakti gelmiş. O hüzün gitmiş, dervişlere gülme gelmiş, memnuniyet gelmiş, ümit gelmiş, ışık gelmiş. Akşam yemeği yenmiş coşkuyla, yemekten sonra biraz sohbet, kahveler içilmiş, namaz kılınmış ve devran başlamış. O coşkuyla, aydınlanma ile dervişlere de bir gayret gelmiş, süper bir devran başlamış. Yavaş yavaş ekstazi başlamış. O kadar ileri gitmiş ki tüccar da kendini kaptırıp halkanın içine girmiş. İşte biraz sonra zikrin mantra faslı başlamış. La ilahe illallah, Allah filan, ondan sonra şeyhim çok yaşa. Biraz gidiyor, ‘şeyh geldi gitti’, arada herhalde tüccara da söylüyorlar, ‘tüccar geldi gitti’. Tüccar öyle kaptırmış ki kendisini o da tekrar etmeye başlamış bu sözleri. Sonra başlamış, ‘eşek geldi gitti’ müthiş bir şekilde ve bu ekstazla bitmiş devran. Tüccar çok memnun, hayatında böyle bir gece geçirmemiş. Salavatlar, dualar, aminler filan, harika ve tüccar hayatının çok renkli ve güzel bir uykusunu geçirmiş.

Sabahleyin de mutlu ve uykusu kanmış olarak kalkmış, teşekkür etmiş herkese. Akşam bıraktığı eşeği almak üzere ahıra gitmiş, yolculuğa devam edecek ya. Bakmış, eşek yerinde yok, meydancıbaşına sormuş, ‘Ne oldu, benim eşek nerede?’ Muhatap Şeyh. ‘Şeyhim ne oldu, bizim eşek nerede?’ ‘Eee, tüccar akşam sen söyledin eşek geldi gitti, eşek gitti diye. Biz ölü haldeydik, sen dirilttin. Neyle dirilttin? Senin mangırınla dirildik, eşeği sattık bunları yaptık.’ Hikaye bundan sonra yorumlarla bitiyor.

Son hikayeye geliyoruz, bu anlatacağım şey yaşanmış bir olay. Bir abimiz var, büyüğümüz, kendisi kuyumcu. Konya’da yaşamış, müzisyen, Anadolu çocuğu, samimi ve hayata oldukça yoğun yatırım yapmış bir insan. Ve bir zamanda baya bir manevi çalışmalara girmiş ama istediği gibi bir cevap alamamış. Biraz da depresyona girmiş, çalışıyormuş ama yüzü asık. Bunun bu halini gören yakın bir arkadaşı: gel demiş, seni bir yere götüreyim. Genelde bu negativist olanlarda negatif bir tavır vardır. Ama arkadaşının hatırını kırmak istemiyor, gönülsüz olarak razı oluyor. Arkadaşı da giderlerken anlatıyor nereye gideceklerini. ‘Şimdi ben seni bir rufai dergahına götürüyorum. Bir şeyh var, seni onunla tanıştıracağım.’ Konyalı tabirle, ‘hadi canım, şeyh de kimmiş diyor’, negativist tavır devam ediyor, neyse gönülsüz olarak gidiyor yine. Giderken de bir kontrat yapıyor, ‘madem ki şeyhmiş, bir keramet göstersin bakalım.’ Gidiyorlar, sohbet yapılıyor, bu yine negativist. Bir ara şeyh bana baktı diyor, ‘Ehl-i iman keramet istemez’ dedi diyor, nasıl bu söz benim ciğerime bıçak gibi saplandı, diyor, hiç beklemediğim bir şeydi, şok terapi. Ondan sonra devran başladı, zikir hızlandı, hoop beni de çekip aldılar aralarına, diyor. Ben de girdim aralarına, epey bir zaman ben de zikre katıldım. Beni bir güzel sarıp sarmalayıp ıslattılar, dövdüler diyor. Tabiri caizse beni şöyle bir hallettiler diyor. Musa bey anlatıyordu ya, zikirde hata yaparsa ne kadar yumruk yemiş. Ondan sonra zikrin içinde yıkandım, arındım diyor, ben o anda doğdum diyor, senin tevellüdün kaç dedikleri zaman o tarihi söyledim diyor.

İşte bütün bunlar bize bazı duygular, bilgiler veriyor ve de en başta söylediğimiz söz, niyetin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Başta söylediğimiz gibi, oruç tutamayanlar üzülmesinler, oruç tutanlar da oruç tutamayanlara manen yardımcı olsunlar ki oruç tutamayanların tecrübe duyguları artsın, güçlenip cesaretleri artsın. Birkaç gün önce bir örnek verdik, Ankarada bir hanım arkadaş 150 gün hiçbir şey yemeden, hiçbir şey içmeden yaşamış biz bizzat tanıştık bu insanla. 7 saat, 8 saat aç kalmak mideye bağırsaklara o kadar faydalı oluyor ki, bunu yaptıktan sonra anlıyor insan.

İlave bir şey var mı Erenler? O zaman bugünkü sohbeti Ramazan-ı Şerifin feyzine atfettik, Allah bundan alınacak feyzi bizlere nasip eylesin inşallah ve bütün İslam alemi başta olmak üzere, ülkemiz başta olmak üzere, bütün dünya insanına, sadece dünya insanına değil, bütün galaksideki varlıklara, bütün kainat ve kehkeşandaki varlıklara, hazırda ve gaybda olanlara feyz nasip eylesin, ramazan hürmetine. Kabul-ü dua, rıza-en lillah el Fatiha.

Dua okunuyor.

Şimdi hep beraber kabul-ü dua, el Fatiha deyip okuyacağız Fatihayı.

Tekrar Fatiha okunuyor.

Etiketler: 114 gün sema, amel, niyet, oruç
İlginizi Çekebilecek Sohbet Deşifreleri

Benim yüzüm yerde gerek, Yunus Emre

An’ı anlamak zaman boyutlarındaki izafiliği aşmakla mümkün. “Her dem ayım yeni doğar” diyor Yunus Emre; “Her an o bir şendedir” diye ayet var.

Son Podcast
#173 – Sema

Rahmi Oruç Güvenç’in 1 Aralık 2012 tarihinde Ankara’da verdiği seminerin ses kaydının sekizinci bölümü.
Güvenç semanın tarihçesi, uygulaması ve kendi çalışmalarıyla ilgili bilgi veriyor.