Acaba ben de bu Mesnevi’den bir sayfa açılmasına katkıda bulunmak imkanına sahip olur muyum diye düşünen varsa çabuk işaret etsin… Bir numara… Beş… Tamam… Ben biraz dolambaçlı söyledim ama anlaşıldı. Tamam. Sadece numara.
Evet, bir yandan dinlenirken bir yandan da Mesnevi’ye kulak verelim. Bakalım Hz. Mevlana bize ne mesaj verecek. 106-107. sayfalar. Evet, 1120. beyitten itibaren alıyoruz.
Birisi ben peygamberim bütün peygamberlerden üstünüm diyordu.
Boynunu bağlayıp padişaha götürdüler, dediler ki: Bu, ben Tanrı elçisiyim demekte. Halk, bu ne hiledir, bu ne saçma ve kötü şey diye karınca ve çekirge gibi başına üşüşmüş. Eğer bu, yokluk aleminden elçi olarak gelmişse diyorlar, biz hep peygamberiz hep yüceyiz. Biz de oradan garip olarak geldik, neden bu peygamberlik, sana mahsus olsun? Siz de uyuyan bir çocuk gibi yoldan, duraktan habersiz bir halde gelmediniz mi?
Duraklarda uykuda ve sarhoş olarak geçtiniz. Yoldan, yukarıdan, aşağıdan bir haberiniz bile yoktu. Bizse hoş bir halde beş duygu ve altı cihet aleminin ötesinden ta beş duygu ve altı cihet alemine kadar uyanık olarak yürüdük. Kılavuzlarımız haberdardı yol biliyorlardı. Onun için durakların aslını temelini gördük. Peygamberlik davasına kalkışsan hakkında padişaha, ona işkence ettir de bir daha bu çeşit söz söylemesin dediler. Padişah, onu pek bitkin pek zayıf gördü. Bir sille vurulsa ölüverecekti.
Artık onu dövmenin ona işkence etmenin imkanı mı vardı? Bedeni adeta cama dönmüştü. Padişah, ona güzellikle neden bu serkeşlik davasına giriştin? Diye sorayım, Burada sertlik iş görmez tatlı dil, yılanı bile ininden çıkarır dedi. Halkı onun başından dağıttı. Padişah iyi bir adamdı zikri, virdi de iyilikti. Onu bir yere oturttu, yerini yurdunu sordu. Neyle geçinirsin nereye sığınırsın dedi.
Adam dedi ki: Darüsselam’danım (O.G: Yani selamet evindenim, diyarındanım), oradan yola çıktım, bu melamet yurduna düştüm. Ne bir evim var, ne benimle düşüp kalkan. Hiç ayın yerde evi olur mu?
Padişah latife ederek dedi ki: Ne yedin kuşluk övünü olarak neyin var? İştahın var mı? Sabahleyin ne yedin ki böyle sarhoş bir hale gelmiş, atıp tutuyor, esip savuruyorsun?
Adam, kuru, yaş, ekmeğim olsaydı peygamberlik davasına kalkışır mıydım hiç? Bu kalabalığa peygamberlik etmek, dağda kalp aramaya benzer. (O.G.: Kâlp herhalde. İşte, belli olmuyor, kalp mı kâlp mi). Hiç kimse dağdan, taştan akıl ve gönül aramaz, anlayış ve müşkül şeyleri belleyiş ferasetini istemez. Sen ne dersen dağ da sana hemen onu söyler, alaycılar gibi seninle alay eder. Bu kavim nerede, bu kavime haber vermek nerede? Cansız bir şeyden kim can ister? Sen, bir kadından, yahut paradan haber, verirsen hepsi malını, senin önüne kor. Filan yerde seni bir güzel çağırıyor, sana aşık olmuş dersen bunu anlar. Fakat Tanrı’dan bal gibi haber verir, ey ahdına bütün kul, Tanrı’ya gel dersen, Bu ölü alemden vazgeç de azık ve kar alemine git. Madem ki baki olmak imkanı var, fani olma diye öğütte bulunursan, Senin kanına kastederler. Fakat bu, din ve hüner taassubundan değildir.
Hatta mala mülke sarılmaları yüzünden bu sözleri duymak, onlara acı gelir. Hatta mala mülke sarılmaları yüzünden bu sözleri duymak, onlara acı gelir. Eşeğin yarasına bir bez bağlasan da o bez, yaraya yapışsa, sonra onu çekip çıkarmak istesen eşek derhal, Acıdan çifte atmaya kalkışır. Ne mutlu o adama ki böyle bir işe girişmedi. Hele eşeğin elli tane yarası olsa, her yarasının başında, yaraya yapışmış bir bez bulunsa artık var sen kıyas et! Mal mülk, bez gibidir, bu hırs ise yara. Kimin hırsı fazla ise yarası fazladır. Baykuşun malı mülkü ancak yıkık yerdir. O, Tabes ve Bağdat şehirlerinin vasıflarını dinlemez bile.
Padişah’ın doğan kuşu yoldan geldi mi bu baykuşlara, padişahtan yüzlerce haber getirir. Saltanat merkezini oradaki bağları bahçeleri, dereleri anlatır. Anlatır ama ona yüzlerce düşmen vah vah eder. Doğan kuşu eski masallar anlatmada, saçma sapan söylenip durmada. Halbuki asıl eskimiş ebedi olarak çürümüş olanlar, onlardır. Yoksa o nefes eskiyi yenileştirir. Eski ölülere can verir, akıl tacını giydirir, iman nuru bağışlar.
Ruh bağışlayan güzelden nurunu esirgeme. O seni kır atın üstüne bindirir. Taçlar veren o başı yüce erden başını çekme. O, gönlünün ayağındaki yüzlerce düğümü çözer. Fakat kime söyleyeyim? Bütün köy içinde nerede bir diri? Abıhayatın bulunduğu tarafa koşan kim? Sen bir horluk görür görmez aşktan kaçmadasın. Bir addan başka aşktan ne biliyorsun ki? Aşkın yüzlerce nazı, edası, ululuğu var. Aşk, yüzlerce nazla elde edilebilir.
Aşk vefakar olduğu için vefakar olanı satın alır. Vefasız adama bakmaz bile. İnsan bir ağaca benzer, ahdi de ağacın köküne. Kökün iyileşmesine”, sağlamlaşmasına çalışmak gerek. Bozuk düzen ahit, çürümüş köktür. Kökü çürümüş ağaç meyve vermez. Ağacın dalları, yaprakları yeşil bile olsa kök çürümüş, kurumuşsa faydası yok. Fakat kökü sağlam da yeşil yaprakları yoksa nihayet günün birinde yüzlerce yaprak el sallar.
İlminle gururlanma da ahdini bütünlemeye bak. Çünkü bilgi kabuğa benzer, ahitse onun içindir.
Bu devam ediyor. Şimdi buradaki özet bilgi, en sonunda ahde bağlıyor ya… Bu ahit konusu Hz. Mevlana’da da, Hz. Sultan Veled’de de çok geçer. Şöyle önemlidir: En önemli ahit, ruhlar bezminde, cenab-ı Allah’ın “e lestu birabbikum ” hitabına, bütün ruhların “beli” (belâ) diye cevap vermesi ahdidir. Denir ki, insan bu ahde ne kadar vefa gösterdiğinin denenmesi için bu aleme gelmiştir.
Hz. Mevlana’nın yolunu süren Mevlevi ayinlerinden Acemaşiran Mevlevi Ayini’nde öyle bir söz vardır. O “e lestu bi rabbikum” anı, senin “beli” dediğin andır der Hz. Mevlana. Sen ne zaman evet diyebiliyorsan o hitap o zaman gerçekleşir. Oradadır. Onun için o ahdi tutmak ve o ahdi hatırlamak, onun şuuruna varmak içinde bulunduğumuz anın imkanlarıyla orantılıdır. Ya… biz şimdi şartları, tövbemizi, duamızı, samimiyetimizi cenab-ı Allah’ın istediği tarzda gerçekleştirebilirsek -tabi onun izniyleişte o ilk ahdin olduğu anın yaşanmasını sağlar bize. Bu anlam çıkıyor.
Bunun için de istenen şeyler çok fazla değil. Cenab-ı Allah, “Ben sizin görünüşünüze filan bakmam, sadece samimiyetinize bakarım” diyor. Peki samimiyet… nedir samimiyet? Ne olacak? Hz. Mevlana diyor ya, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” İçi-dışı bir olacak.
Ama bu içi-dışı bir olmak da çok kuru olmamalı, biraz nemli olmalı. Mesela Azize öyle bir kişiliğe sahiptir; içi dışı fazla birdir. (Gülerek) Onun için bazen tolerans tarafı kaçar. Bazen böyle tartışırız -küçük tartışmalar yani. Şimdi içi dışı bir olacak ama orada etrafın ihtiyaçları, o andaki durumları da gözetilecek. Kuru olmayacak. Sert olmayacak. Yumuşak, en uygun şekilde. Onun için şefkat, merhamet duygusu çok önemli. Adalete sığınarak, tamamıyla şefkati, merhameti unutarak, es geçerek, adalet böyle hükmediyor diye onun verdiği imkanları kullanmadan sert davranmak hoş bir şey değil. O halde adalette de bir doz var, dozaj var. O dozajı iyi tayin etmemiz lazım.
Peki adalet duygusu nasıl oluşur? Bu çok hassas bir nokta. Elimize bir literatür geçmişti, İbn Sina ve Türk Çocuk Psikiyatrisi diye. O kitapta, Arslan Terzioğlu yazmış, bir yerden alıntı yapmış ama şu anda alıntının ne yazdığını hatırlamıyorum fakat olay şu: Osmanlı döneminde şehzadeler, yani prensler, padişah çocukları, daha bebek yatağındayken, beşikteyken müzisyenler gelip müzik icra ederlermiş. Sebebi? Büyüyünce adaletli olması için. Beşikten başlıyor. Ve literatürde var bu bilgi.
O halde, siz şu anda gerçi çocuk değilsiniz ama çocukluk imkanlarınız var. Onları biraz daha harekete geçirmek için bir şifahane metodu müzik terapi uygulaması yapalım.
Dipnotlar