Oruç Güvenç: Geçen sene bir gelenek başladı, on sekizinci gün, Mesnevî sohbetleri adı altında bir sohbet olayı oluştu. Mevlevilerce on sekiz kutsal kabul ediliyor, çünkü Hz. Mevlânâ Mesnevî’ye, ilk olarak on sekiz beyitle başlamış. Bizim de kırk günlük bu sema çalışmamız, bugün on sekizinci güne geldi; aşağı yukarı kırk dakika sonra on sekizinci gün doluyor.
Mevlevi yolunda bazen bir soru olduğunda Mesnevî açarlar. Bugün bize zuhur eden, Mesnevî’den ve Divan-ı Kebir’den seçmeler isimli iki bölüm var. Tabi bu birçok imkân oluşturmuş oluyor. Bu imkânı kullanacağız.
Özetlemek gerekirse, Hz. Mevlânâ’nın düşünce sistemi aşka dayanır. “Aşk sayıya gelmez, hesaba sığmaz sevgidir” der. Fakat aşkı oluşturan şeyin de doğru bilgi olduğunu söyler. Şimdi, Bütün Eserlerinden Seçmeler adı altında Yard. Doç. Dr. Yakup Şafak tarafından yazılmış bir eser var.
Buna Mevleviler tefeül derler, biz şimdi bir tefeül yapıyoruz.
Bismillah. Sayfa 584. Beyit 2881 başlayış, 2920 bitiş, Mesnevî dört, (Mevlânâ Celâleddin-i Rumi Bütün Eserleri, Seçmeler, Yard. Doç. Dr. Yakup Şafak, sayfa 229 – Mesnevî cilt 4, beyit 2881-2920)
Bölüm başlığı: “Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri hak üzere yarattım”, yani onları yalnız görün diye değil, sizin görmediğiniz mana ve hikmet için yarattım” ayetinin tefsiri.
2881
Hiçbir ressam var mıdır ki yaptığı resmi, hiçbir fayda ummadan yalnız resim yapmak için yapsın!
Konukların, ulu kişilerin gönülleri açılsın, kederden kurtulsunlar diye yapar.
Çocukların neşelenmesini, bu resimle, ölüp gitmiş dostların, dostlar tarafından hatırlanmasını diler.
Hiçbir testici yoktur ki içine su konmasını düşünmeden, testisini, sırf testi yapmak için yapsın!
2885
Hiçbir hattat yoktur ki, özene bezene yazdığı yazıyı, yalnız yazısının güzelliğini göstermek için yazsın da okunmak için yazmasın!
Görünen bir nakış, görünmeyen başka bir nakış içindir. O da bir başka görünmeyen nakış için var olur.
Böylece, bunların görüşünün miktarınca, üçüncü, dördüncü, onuncuya kadar say dök.
Oğul! Bunlar, satrançtaki oyunlara benzer, her hamlenin faydasını, ondan sonrakinde gör!
Bu (hamle), o gizli oyunu bulmak içindir, o diğer bir oyun için, o da diğer bir oyun için.
2890
Gözünü böylece yönlerden yönlere çevir de karşındakini mat edinceye dek ne oyunlar oynayacaksın, hepsini gör!
Merdiven basamaklarını çıkmak için önce birincisine, sonra ikincisine basmak lazım.
İkinci de bil ki üçüncüye çıkmak için kurulmuştur. Böylece merdivenin son basamağına çıkar, dama varırsın.
Yemek (isteği esasında) enerji içindir, enerji de soy sop üretmek, gözü gönlü aydınlatmak için.
Fakat, kısa görüşlü adam, görünenden başkasını görmez. Onun aklı yerde yetişen otlara benzer, yere mahkumdur, gezip dolaşamaz!
2895
Otu ha çağırmışsın ha çağırmamışsın, ayağı toprağa kakılmış kalmıştır.
Rüzgarın tesiriyle başını sallasa da baş sallamasına aldanma onun.
Başı, “Ey seher yeli, duyduk, peki” der ama, ayağı, “isyan ediyoruz, bırak bizi” diye (söylenir).
Kısa görüşlü kimse gezip dolaşmayı bilmediğinden, aşağılık kişiler gibi sürünüp gider; körler gibi Allah’a sığınıp adım atar.
(Yalnız) savaş (zamanında) Allah’a dayanmakta ne fayda çıkar? Bu, tavla oynayan acemilerin Hakk’a dayanmasına benzer!
2900
Donup kalmamış olan keskin bakışlar ise ileriyi delip gider; perdeleri yırtıp görür.
Bu bakışa sahip olanlar, on yıl sonra olacak şeyi o anda, hem de kendi gözleriyle görürler.
Böylece herkes, bakışı ve görüşünce, gizli şeyleri; hayır olsun, şer olsun gelecekteki işleri görür.
Gözün önünde, ardında bir engel kalmadı mı, bütün dünya dümdüz olur; göz, gayb levhini bile okur.
Ardına baktı mı, varlığın başlangıcından beri neler olduysa, ne işler dönüp geçtiyse, hepsi ona yüz gösterir.
2905
Yeryüzündeki meleklerin, yüce Allah ile, babamızın (yani Adem peygamberin) halife olması bahsini konuştuklarını duyar, görür!
Ön tarafa baktı mı, mahşere kadar ne olacaksa, onların da hepsi gözünün önünde canlanır.
Demek ki, arkaya bakınca, aslın aslına, önüne bakınca, kıyamete kadar her şey gözüne apaçık görünür.
Herkes gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde gaybı idrak eder.
Kim gönlünü daha fazla cilaladıysa daha ziyade görür. Ona daha fazla suretler görülür!
O.G.: Burada Hz. Şemsettin Tebriz-i’nin sözlerinden bir ilahi var. Acizane fakir onu beste yapmıştım. Yeri gelmişken onu bir yad edelim, “Gönül ayinesin sofi, eğer ider isen safi, açılır sana bir kapu, ayan olur Cemalullah”
İlahi: Gönül eyinesi sofi
Gönül ayinesin sofi
Eğer ider isen safi
Açılır sana bir kapı
Ayan olur Cemalullah
Şems-i Tebriz bunu bilir
Ahad kalmaz fena bulur
Bu alem külli mahvolur
Heman baki kalır Allah.
Kim gönlünü daha fazla cilaladıysa daha ziyade görür. Ona daha fazla suretler görünür!
2910
Sen eğer “Bu aydınlık, Hakk’ın lütfudur; gönlü cilalamaya muvaffak oluş da O’nun vergisidir dersen,
(Bil ki) o çalışma da o dua da himmet miktarıncadır. İnsan ancak çalıştığını elde eder!
Himmeti veren, ancak Allah’tır; (ama) hiçbir saman çöpü de padişahın himmetine sahip olamaz.
Allah’ın bir adamı bir işe koşması, o işe vermesi, kişinin dileği, isteği, ihtiyar ve iradesine mâni değildir ki!
Fakat, talihsize bir zahmet erdi mi, pılısını pırtısını toplar, küfür ve isyan semtine çeker.
2915
(Ama) talihli birisine bir zahmet verdi mi, o, pılısını pırtısını daha yakınına çeker, getirir.
Kötü kalpliler, korkularından, savaşta kaçma bahanelerini ele alırlar, onlara yapışırlar!
Cesur erlerse, can korkusuyla düşman saflarına hücum ederler.
Korku ve tasa, Rüstem’leri ileri götürür, o kötü kalpli ise korkusundan olduğu yerde ölür gider!
Bela ve can korkusu mihenk taşıdır. Onun içindir ki yiğitler tehlike anında korkaklardan ayırt edilirler!
O.G.: Şimdi bu çok ilginç bir sohbet oldu. Mihriban Hanım daha iyi bilir, dünya psikolojisinde ve psikiyatrisinde çok hassas iki konu vardır. Biri depresyonu oluşturan, sevdiğin bir şeyden ayrı kalmak, biri de korku; korkunun en üst seviyesi, panik.
Hz. Mevlânâ’da oluşan bir dünya görüşü, insanlığın pek çok problemine cevap verebilmektedir. Adı geçen korkunun en üst seviyesi, ölüm korkusudur. Ölüm korkusu sebebi ile, insanlar geleceği için bir garanti bulamadığından, devamlı endişe ve huzursuzluk içinde yaşarlar.
Fakat, Hz. Mevlânâ’da gösterilen bilgiye göre, ölüm bir vuslat, bir kavuşmadır, çünkü yolculuk devam etmektedir. Hatta bunu Hz. Mevlâna o kadar ileri götürmüştür ki, ölümü düğün gecesi olarak vasıflandırır.
Ve yine tasavvuf felsefesinde, Hz. Peygamber’imizin bir hadisi çok önemlidir; “El fakr-ı fahri” (fakirliğimle iftihar ederim) Bu da, günümüz depresyonuna bir cevaptır. Çünkü maddeye fazla sarılan, maddesiz garanti içinde olamayacağını düşünen insan için, madde kalktığı zaman panik başlar. Fakat, o putlaştırdığı bütün maddenin sahibinin yine Allah olduğunu düşünürse ve buna inanırsa, işte o zaman put olmaktan çıkıyor o madde ve ona hizmet etmeye başlıyor.
Put olarak anılan hiçbir maddenin bundan memnun olduğunu sanmıyorum. Çünkü o madde de sonsuzlukta yaşamak ister.
Burada dikkatimizi çeken önemli bir şey de, kısa görüşlü mü olacağız, uzun görüşlü mü olacağız? “Donup kalmamış olan keskin bakışlar ise, ileriyi delip gider, perdeleri yırtıp görür.” Burada ne diyor; “Gözün önünde ardında bir engel kalmadı mı bütün dünya dümdüz olur, göz, gayb levhini bile okur.” Demek ki uzun görüşlü olmayı tavsiye ediyor Hz. Mevlânâ.
Bir başka sözünde, bazı yüksek insanlardan, varlıklardan bahsederken, “Onlar geçmişten ve gelecekten haberdardırlar” diyor. Şimdi, transpersonel psikoloji açısından, belki Mihriban Hanım’ın da bu konuda söyleyeceği sözler vardır. Modern psikolojinin geldiği noktanın tasavvuf açısından yorumlanması yönünde, sizden bir şeyler dinleyelim..
Bu arada ben hepiniz için çay içsem mahsuru var mı? Yavaş yavaş herkese de oradan gelir inşallah.
Mihriban Özelsel: Batı’nın bakış açısından yaklaştığımızda tam olarak konuştuğumuz konulara birebir uyan bir şey yoksa da, kişinin bireysel sınırlarının dışına çıkması bakımından, transpersonel psikoloji tasavvufa yaklaşmakta. Bence buradaki en önemli bağlantı bu. Transpersonel psikolojiden önce humanistik psikoloji vardı ve bu bakış açısı bizim insan doğası hakkındaki düşüncelerimizi zaten genişletmişti. Daha sonra Jung’un, Freud’unkine göre daha geniş olan, şuur altı yorumu; yani bireysel değil de, kollektif bir şuur altı. Transpersonel psikoloji biraz daha ileriye gidiyor ve, aynı tasavvufta olduğu gibi, her şeyi her şeye bağlayan bir matrix olduğundan bahsediyor. Ve modern kuantum fiziği de bunu örneklerle açıklıyor.
Hafta sonu verilecek seminerde bu konudan genişçe bahsedeceğim. Bu çok ilginç bir konu çünkü şuurun maddeyi etkileyebildiğini ileri sürüyor.
Bunlar çok ilginç deneyler. Bir tanesinde bir vakum ortamı oluşturuyorlar. Ama bu ortam tamamıyla boş değil. İçinde fotonlar var. Bu fotonların yerleri saptanmak istendiğinde görülüyor ki, tamamıyla rasgele dağılmış bir haldeler; her yerde olabilirler; bir şablon olduğunu varsaymak için bir sebep yok. Daha sonra insan DNA’sı alıyorlar; katılımcıların ağzından örnekler alıyorlar. Ve bu insan DNA örneklerini, içinde fotonları bulunduran bu vakum ortamına koyuyorlar. Ve bunu yapar yapmaz da bazı şablonlar oluşmaya başlıyor. Bu oldukça ilginç çünkü insan DNA’sındaki bir şey, madde üzerinde düzenleyici bir etki yapıyor. Fotonları belli bir şekilde davranmaya zorluyor. Ama daha ilginç olanı, DNA örneği ortamdan alındığında, fotonlar rasgele dağılımlarına dönmüyorlar. Düzen bir süre daha geçerli kalıyor.
Bu deney önce ağzından tükrük alınan insan ve vakum ortamı aynı odadayken yapılıyor. Sonra bu ikisi birbirinden 20-30 kilometre uzaktayken yapıyorlar ve daha sonra da aralarında birkaç yüz kilometre mesafe varken yapıyorlar. Ölçümlerin zamanını bir kum saati ile tespit ediliyor ve her seferinde de, uzaklık ne olursa olsun, aynı anda gerçekleşiyor. Işıktan hızlı gidebilen bir şey olmadığı biliniyor. Bu da demek oluyor ki aslında hiçbir yere gitmiyor. Bir bütünlük olduğu için bir yere gitmesine gerek yok; zaten orada.
Bundan da daha ilginci ise, eğer insan şuuru, bahsi geçen matriks aracılığıyla madde ile iletişime geçebiliyorsa, bu iletişimin dili nedir?
Önce islam’a ve tasavvufa bakalım. Kur’an’da; “Her zerre onu zikreder, siz onu anlayamazsınız.” denmektedir. Demek ki evrende cansız madde yok.
Yapılan bu deneyler de, aynı şeyi söylüyorlar. Eğer bu güne kadar bulabildiğimiz en küçük parçacık olan fotonlar, şuurlu ve akıllı bir şekilde tepki verebiliyorlarsa, nasıl cansız olabilirler? Cansızlarsa DNA’nın varlığına nasıl tepki verebilirler?
Soruya dönecek olursak: Matriksle hangi dilde konuşmamız lazım ki bizi anlasın?
Son derece ilginç bir şekilde, bu sorunun cevabının duygular olduğunu anlıyoruz. Dua, burada dua deniyor ama bu, “Allah’ım bana bir Mercedes Benz ver” tarzında bir diyalog değil, daha ziyade derin bir duygu içine girmek ve bu duygunun kendisini ilâhi olana ifade etmesi…
Ve kontrol ediyorlar: “Her duygu olur mu?”
Deneye katılan insanlara, onlarda duyguların uyanmasına sebep olacak çeşitli sahneler içeren videolar gösteriyorlar. Agresyon uyandırmak için, son derece agresif şavaş zamanı videoları gösteriyorlar. Cinsel arzu uyandırmak için, çok erotik videolar gösteriyorlar. Empati duygusu uyandırmak için, güç durumlarda birbirlerine yardım eden küçük çocukların filimlerini gösteriyorlar. Ve tüm bu duygular arasında, madde ile en iyi iletişime geçen üç tanesini belirliyorlar: empati, şükür ve takdir.
Aynı şekilde islama, tasavvufa baktığımızda, Allah’ın doksandokuz güzel ismi var, ki bunlar Allah’ın nitelikleridir. Kur’an bize, Allah’a, “ya rahman-ı rahim” diye hitap etmemizi bildiriyor. Tüm diğer isimler içinde en çok anılan isimler bunlar; Allah’a merhamet eden diye hitap edin. Merhamet, şefkat, buradaki önemli etkenler. Eğer evrene ya da bir diğerine hitap etmek istiyorsak, deneylerle kanıtlanmış olarak biliyoruz ki, şefkat duygusu, nefret, şehvet ya da açgözlülükten daha etkili olacaktır.
O.G.: Tekrar edelim; merhamet, şükür, takdir,..hep beraber söyleyelim
Hep beraber söyleniyor: Merhamet, şükür, takdir, bir daha.. merhamet, şükür, takdir..
M.Ö.: Dolayısıyla, benim çevirmen olarak dinleme imkânı bulduğum, Batı biliminin, kuantum fiziği ve hücre araştırmaları ile ilgilenen en ileri, en son araştırmaları, son derece ilginç bir kombinasyondu. Sunuşu yapan iki kişiden birisi Stanford Üniversitesinin önde gelen bir profesörü, diğeri ise NASA’nın ileri gelen bir teknisyeniydi. Biri kuantum fiziği alanındaki, diğeri ise hücre araştırmaları alanınındaki son gelişmeleri anlatıyorlardı ve ikisinin kombinasyonu, sufizmde öteden beri olagelmiş vahdet-i vucud anlayışını tarif ediyordu. Demek ki bilim ve tasavvuf birbirleriyle çelişmiyor. Bilim insanlarının bugün doğruluğunu kanıtlamayı başardığı şeyler, tasavvuf ve diğer spiritüel yollar tarafından asırlardır anlatılagelen şeyler.
O.G.: Çok güzel, çok güzel, sağolun..
M.Ö.: Ha, bu iki bilim adamı barış için dünyayı gezip uğraşıyorlar, diyorlar ki: “Madem bu imkanlarımız var, dünyada savaşlar niye devam etsin? Hepimiz birleşerek bir bütün olarak gayret etmeye başlarsak, bu duyguları uyandırmak için, belki böyle savaş gibi şeyleri de azaltabiliriz.” Burada da çok ilginç denemeler yapıldı, İsrail’de, Filistin hakkında, bunları hafta sonu açıklayacağım, şimdi fazla ileriye gidiyor ama çok ilginç denemeler oluyor. Biz, hakikaten bir şeyleri değiştirebiliriz,
O.G.: Demek ki, Cumartesi – Pazar seminerine herkesi davet ediyor Mihriban Hanım, devamı orda gelecek.
Efendim, şimdi merhamet duygusu o kadar önemli ki, Kuran’da bir çok yerde Cenab-ı Allah “Biz onların sinelerinden kini söker alır ve Cennet’e sokarız” der. Kin, merhametin tam karşıtıdır.
Bu bölümde gayb bilgisinden bahsediyor Hz. Mevlânâ. Uzağı görmek, ileri görmek derken gaybdan bahsediyor. Gayb o kadar önemli ki; esas olan bizim gördüklerimizi değil, görmediklerimizi görebilmek. Görmek demek de burada sadece gözle görmek değil… gözleri görmeyebilir… ama haberdardır. O bir kavrayıştır, anlayıştır, bir idraktır…
Hz. Mevlânâ bir başka sözünde, o yücelerden bahsederken, az önce söyledim “Onlar geçmişten ve gelecekten haberdardır” der.
Buradan semaya gelelim.
Hz. Mevlânâ Mesnevî’ye ney’i anlatarak başlıyor ve elest bezminden bahsediyor. Burada kamış kamışlıktan koparıldığı zaman, asıl vatanını özleyerek şikayete ve feryada başlıyor. İnsan da beden kılıfına girip alemde maddeleştiğinde, o elest bezmindeki ilahi hitabı arıyor. Niye? Gayb bilgisine o müştak, o gayb bilgisine sevdalı ve ona ulaşmak istiyor, bu semada şu hareketle görünüyor (sağ kolunu, eli göğe bakacak şekilde yanına doğru uzatarak)… gayba ulaşmak.
Ve oradan alınan, halka verilerek paylaşılıyor.
Bir büyüğümüz sema en güzel Kur’an-ı Kerim’de anlatılır diyerek, Bakara suresini işaret etmişti.
Orda Cenab-ı Allah diyor: “Bu öyle bir kitaptır ki bunda şüphe yoktur. İnananlar için, müttakiler, Allah’a dayananlar için o bir rehberdir. O müttakiler ki, gabya inanırlar. Doğru dua üzeredirler. Biz onları rızıklandırırız. Ve onlar bu rızkı harc ederler.” Onun için ehlullah gayb ilmine taliptir.
Bunu daha iyi derinleştirmek isteyenler için, Kur’an-ı Kerim’de Kehf suresi. Orda Hz. Musa ile Hızır Aleyhisselam kıssası çok önemlidir. Burada Hızır Aleyhisselam Hz. Musa’nın görmediği, bilmediği bir bilgiye sahiptir.
Şimdi Bakara suresini Hayrunnisa’dan dinleyelim.
Hayrunnisa Bakara suresinden ilgili bölümü okur, ardından O.G.’in hitabıyla ilgili dua ve hep beraber Fatiha suresi okunur.
O.G.: Burada, Hz.Mevlânâ uzak görüşü ve gayba teveccühü söylediği zaman, bir formül de veriyor. “Kim gönlünü daha fazla cilaladıysa, daha ziyade görür.” Acaba buradaki gönlü cilalamak ne ola? Bunu da bu kitaptan soralım isterseniz. İkisi aynıysa da belki başka sayfa çıkar.
Divan-ı Kebir’den çıkıyor. İki sayfa var, ikisine de bakacağız.
(Mevlânâ Celâleddin-i Rumi Bütün Eserleri, Seçmeler, Yard. Doç. Dr. Yakup Şafak, sayfa 436 – Divan-ı Kebir, F. 639; G. VII, 1:. Sırlar penceresinden vurdu yine o meş’ale)
1. Bıldır, ay gibi doğan o kızıl kaftanlı güzel, bu yıl şu boz hırkaya büründü de çıkageldi.
2. A o meşaleleri söndü sanan topluluk! İşte yine o meşale, şu sırlar penceresinden vurdu, ışıttı ortalığı.
O.G.: Şimdi unutmayalım sorumuz gönlün nasıl cilalanacağıydı. Ne oldu? Meşale sönmedi. Burada verilen mesaj o. Devam ediyoruz;
3. Bu söz, tenâsuhu bildirmez, birliğin ta kendisidir…
O.G.: yani reenkarnasyon değildir.
3. Bu söz, tenâsuhu bildirmez, birliğin ta kendisidir; hem de o uçsuz bucaksız, o dalga dalga coşup köpüren denizden gelen bir söz.
4. O denizden bir katrecik ayrıldı; ayrı değil ya; hani insan da pişmiş toprağın ta dibinden doğuverdi.
5. Habeşlilerin devrini gördü de Rum ülkesinin dilberi gizlendi; fakat bugün şu koca orduyla geldi yine.
6. Sözü bırak da öz aynasına bak sen…
O.G.: Şimdi ayna dedik ya, parlatacak gönlü, Bakın şimdi aynaya geldik.
6. Sözü bırak da öz aynasına bak sen; çünkü o işkil, o yadırgama, hep sözden meydana geldi.
O.G.: Fakat burada çok enteresan bir şey de şu; Denizin dalgası denizden ayrı mıdır? Mutasavvıflar bunu teşbih, benzeterek gösterirler. Denizin dalgası denizin kendisidir. Ama insan onu farklı görür. Kim? Kısa gören.
Burada bir sözden bahsediyor; “O denizden gelen dalga dalga, uçsuz bucaksız köpüren bir söz.”
… İnsan da pişmiş toprağın ta dibinden doğuverdi
O.G.: burada da bir anlayış var, bir sır var. Şimdi öteki sayfaya geliyoruz. Burada bir şeyler bulduk… ama daha açık istiyoruz.
(Mevlânâ Celâleddin-i Rumi Bütün Eserleri, Seçmeler, Yard. Doç. Dr. Yakup Şafak, sayfa 437 – Divan-ı Kebir, F. 1481; G. VII, 32:. Rum ülkesine ulaştık biz)
1. Aşk ateşiyiz biz, muma ulaştık; zulümler çeken pervaneyi yakıp yandırmak için mum gibi çıkageldik.
2. Sarhoşcasına, erce bir saldırdık da bilgiyi verdik bilinene ulaştık.
3. Daha ilk konakta, acınmış ümmetin kervanıyla iki fersahlık varlık yolunu aştık gitti.
4. Hani ne yukarıda olan, ne aşağıda bulunan bir ay var ya, ona… Hani bir yer var ya, orada ne övülmüş var, ne kınanmış; oraya ulaştık.
O.G.: Şimdi burada Mutlu Baba’yı hatırlamak istiyorum. Mutlu Baba diyor ki “Ne bundadır ne şunda, ne bundadır ne şunda, hem bundadır hem onda, hem bundadır hem onda, ne ondadır ne bunda, ne ondadır ne bunda.” Hadi bakalım, çevirelim biz sofraları:
Masa zikri: Ne bundadır ne şunda, ne bundadır ne şunda, hem bundadır hem onda, hem bundadır hem onda, ne ondadır ne bunda, ne ondadır ne bunda
O.G.: Evet, “Hani bir yer var ya orada ne övülmüş var, ne kınanmış”, oraya ulaştık.
5. Her taş yürekli kutsuzun inadına varlık alemine sığmayan o lalin taa kapısına vardık.
O.G.: ‘Her taş yürekli kutsuz’dan ne anlayacağız? Kutlu olmayan, demek ki ahengi bulamamış, taş yürekli, merhametli olmayan; formül yavaş yavaş geliyor. Demin konuşmuştuk, merhamet, şükür ve takdir, burada merhameti ne güzel anlatıyor; taş yürekli olunca, merhametsiz olunuyor.
Ona inat olduğuna göre, yani merhameti kazanmak burada söz konusu olduğuna göre, merhameti kazanarak, varlık alemine sığmayan o sonsuzluk kapısına vardık.
Lal; konuşmayan, o anlamda.
6. Kürsi ayetiyle arşa doğru uçtuk da daimi diriyi gördük…
O.G.: Burada daimi diri, sonsuzluk, tabi çok önemli bir kavram.
6. Kürsi ayetiyle arşa doğru uçtuk da daimi diriyi gördük, daima tedbirde, tasarrufda bulunana ulaştık.
O.G.: Güç sahibi, yani çareyi bulan, organize eden, güç sahibi olan; tasarruf sahibi.. Buradaki tedbiri biraz daha genişletirsek, olması gerekeni yapabilmeye muktedir olan.
7. Bugün o bağdan, bahçeden ne dallarımız, ne yapraklarımız, ne çiçeklerimiz, ne meyvelerimiz var! Hocam, mahrum olarak geldik sanma; seyret de bak.
8. Doğanlar gibi yıkık yeri baykuşlara bırakalım, baykuş değiliz ya, ne diye bu yıkık ülkeye geldik biz?
9. Rum Kayzerinin huzurunda zünnarımızı çözdük, hikayeyi Tebriz’e götürün ve orada söyleyin. Rum ülkesine ulaştık biz.
O.G.: Şimdi buradan bir Tebriz’e işaret çıktığına göre Divan-ı Kebir’den bir şey açalım bakalım.
Ey can, sen de böyle bir kabenin etrafında dön.
Ey dilenci, sen de nimetlerle dolup taşan böyle bir sofranın etrafında dolaş.
Kainatı yoktan yaratan Allah’ın aşkıyla mest oldun.
Artık elin ayağın bir işe yaramaz.
Bu yüzden sen onun aşk meydanında elsiz, ayaksız top gibi yuvarlan.
Etten, kemikten bir yığın, bir gölge varlık olan bedenin değil de gönlün
Dönen dolaşan bir kişi dünyanın canı olur, gönüller kapan bir güzel haline gelir.
Baştan başa gönül kesilen, gerçekten aşık olan kişi, pervane olur da aşk mumlarının etrafında döner durur.
O.G.: Hani bizim mumlarımız, mumlar vardı, biraz mum uyandıralım.
Çünkü onun maddi varlığı, bedeni balçıktan yaratılmıştır ama gönlü ateştendir, alevdendir.
Her cins kendi cinsine meyleder, her yıldız göğün etrafında döner.
Çünkü cins cinsiyle anlaşır, onunla safa bulur, huzura kavuşur.
O.G.: Hz. Mevlânâ’nın öyle bir sözü var; her kuş hemcinsiyle uçar, şahin şahinle, doğan doğanla.
Mıknatıs nasıl demiri çekerse, benlikten kurtulan, yok olan kişi de yokluğa kapılır, yokluğun çevresinde döner dolaşır.
Ey zavallı insan, senin varlığın, Hakk’ın varlığı önünde yoktur, yoktan ibarettir.
Sen var gibi görünen bir yoksun, işte bu hakikatı anlarsan şaşılıktan kurtulursun.
O.G.: Cilt 1, 260 numara…Şimdi formüller yavaş yavaş geliyor,
Aşk ovamızın ucu bucağı yok.
Gönlümüzün, canımızın da durup dinlenmesi imkansız.
Dünyada sayılamayacak kadar şekiller, suretler belirdi.
Acaba bunların içinde hangisi bizim?
Aşk yolunda yürürken, bizim meydanımıza doğru yuvarlana yuvarlana gelen bir kesik baş görürsen, o baş aşk şehidinin başı olduğu içindir.
O.G.: Şimdi burada kahraman çıktı, aşk şehidi. Devamı geliyor
Sen sırlarımızı, aşkımızın sırlarını ondan sor.
Çünkü gönül sırlarını, gönül maceralarını ancak ondan duyabilirsin.
Ne olurdu, bizim gönül kuşlarımızın dilinden anlayacak bir kulak bulunsaydı.
Ne söyliyeyim, ne bileyim, bu hikaye çok uzundur.
Ne anlatılabilir, ne de sonu gelir, buna imkan yok.
Nasıl anlatabilirim ki, her an perişanlığım daha da artıyor, daha da fazla heyecan duyuyorum.
O.G.: Evet, bu da böyle. Şimdi devam edelim, aşk şehidini bulduk. Aşk şehidi neler söylüyor,..
Dama çıkan gece bekçisi, seher vakti, merdivenden bana şöyle seslendi.
Dün gece ben yedinci kat gökten, aşıkların feryatlarını, coşkunluklarını duydum.
Gözünü aç da, her tarafta, altı yönde de parıl parıl parlayan nuru gör.
Ey gözü kulağı keskin kişi, gökyüzüne kulak ver, ötelerden gelen coşkunluk seslerini duy.
Canın selamlarını duy da artık sözden kurtul.
‘Ol’ kelamının manasına bak da, şekillere kapılıp kalmaktan kendini kurtar.
O.G.: Mehmet Bey’le bugün sohbet ediyorduk. Rebab, kün sözüne benziyor, öyle güzel bir arkadaş, İspanyol arkadaş yazmıştı, o da şöyle söyledi, Nasa’nın yaptığı bir araştırmada -değil mi- bir sese rastlanmış kainatta, gün-gün-kün… diyormuş devamlı.
Yaa, Kur’an-ı Kerim’de, Allah, Yasin suresinde; “Allah bir şeyin olmasını isterse kün der ve o olur” der.
Kün lafzının sürekli tekrarlanması, aynı zamanda yaratılışın da sürekli devam ettiğini, yani yeni bir şeyler yaratıldığını… “O her an bir şendedir” sözü de onu gösteriyor… Şimdi, çok güzel bir formül geliyor, sıkı durun:
Ermiş kişiler varlarını, yoklarını yokluk diyarına çekerler de, varlık da lütfeder onları kendine doğru çeker.
Nice canlar, Yakup Aleyhisselam gibi daima zehirler tadarlar da, sonunda can Yusuf’u onları tutar, şeker diyarına, tatlılıklar, hoşluklar diyarına çeker götürür.
Kim aşıkların gözlerinde göz bebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.
Yine hekim, hastasının kapısından içeri girdi.
Elini kendisinden ayrılmış aşığının başına koydu.
Yine o sevgili bir defa daha o garibin yanına geldi de onun ciğeri bol bol deva şerbeti içti.
O.G.: Kuran-ı Kerim’de; “Allah onlara çok özel bir şerbet içirir.” Der.
O şerbeti dostun elinden kapıp içince varlığından geçti.
Bakan da, bakılan da, vahdet sakisi de, hepsi bir oldu.
O.G.:
Seyr-i seyranıyla hayran
Devr-i devranındayım,
Bi-cihet pervaneyim ben
Mevleviyem Mevlevi
Sırrı aşktır aslolan
Aşuk, maşuk bir hayal,
Aşkı aşk etti efendi
Mevleviyem Mevlevi.
Turgut Baba’nın bir sözü. Şimdi bir daha okuyalım:
O şerbeti dostun elinden kapıp içince varlığından geçti
Bakan da bakılan da vahdet sakisi de hepsi bir oldu.
Onun tatlı şerbetinde acılık yoktur. Olsa bile ben razıyım.
Bal yiyenin arının iğnesine katlanması gerekir.
Bu ayrılık gecesi neden uzundur? Sana söyleyeyim,..
O güneş örtünmekle, kendi örtülü yüzüne sıkıntı oldu da ondan.
Her güzelin kendi yüzünden, gözünden, kendi güzelliğinden gafleti, habersiz olması, yani haberi olmayışı bir rahmettir.
Yoksa ortada görünüp duran yüzünü himmeti örtü altında gizlerdi.
Sen kendi güzelliğine aşıksın. Fakat kendin de gizlisin.
Şu çıplak bedenine buluşma elbisesi giyiver.
O.G.: Evet, bu da böyle. Burada şurdaki söz çok önemliydi: “Ermiş kişiler varlarını yoklarını yokluk diyarına çekerler de, varlık da lütfeder onları kendine doğru çeker.” Ve “insan kendinden de gizli.” Peki, kendinden gizli olan bu insanın, bu gizlemesindeki hikmet nedir acaba? Bu defa da sağ tarafı okuyalım:
Ey seher rüzgarı gibi sabah vaktinin zevkini gören, o anlardaki ilahi tecellilerin manasını sezen gönül..
.. sen gördüklerinden mi mest oldun, yoksa görmediklerinden mi?
Gördüklerin mi görmediklerin mi seni senden aldı?
Bazen hayret, şaşkınlık denizine dalmadasın.
Bazen tecelli dağının eteğine koşuyor, ulaşıyor, orada hakikat cevheri, aşk kehribarı görüyorsun.
Sen gözden de gönülden de ötelere gitmişsin, sana yüzlerce pencere açılmış.
Sen gökten de yerden de dışarı çıkmışsın, uçup gitmişsin de yüzlerce gökyüzü görmüşsün.
O.G.: Şimdi uzun görüş devam ediyor.
Denize öyle bir coşkunluk düşmüş öyle bir sis çökmüş ki, onu seyretmedeki lezzet yüzünden, baş bütün göz kesilmiş.
O.G.: Evet, şimdi bir formül daha geliyor, haa, bugün Mihriban Hanım bir film çekimine hazırlık yaparken ağlamış. Nasıl ağlamış, Allah’ı düşünmüş, ondan ağlamış. Sulu gözlü, ne olacak. Ne güzel o sulu göz.
Aşk sebebi ile, gözden coşup dalga dalga akan yaşlar, denize karışmış da ne şaşılacak şey ne şaşılacak şey.
Gözyaşları da denizde bir derya olmuş yahut deniz bir göz haline gelmiş.
O.G.: Kim horoz gibi ötmesini bilir? Meryem,.. Meryem bir horoz gibi öter misin?
Meryem horoz gibi ötüyor.
İki dünya da onun gözünde bir horozun önüne konmuş bir yem tanesi gibidir.
O.G.: O zaman bir kere daha öt.. Denizli horozu, otuz saniye ötüyor. Seninki çok kısa oldu, neyse, peki, teşekkür.
Zaten gerçeği, ululuğu görmüş, tertemiz göz de böyle olur.
O.G.: Şimdi formülün bir tanesi daha geldi, tertemiz diyoruz. Ne yapmış? Gerçeği, ululuğu görmüş.
Birlik aleminde isteyen ile istenenin sıfatlarını ayrı gören kişi, ne isteyendir, ne de istenen.
O.G.: Burada, ikiliği gören ikiliktedir.
Allah’ı kim tanır, bilir? La’dan, inkardan kurtulan kimse.
O.G.: Formüller geliyor…
La’dan, inkardan kim kurtulmuştur diye sorana de ki, belalara düşmüş aşık.
O.G.: Allah derdini arttırsın derler Mevlevilerde..
Hz.Beyazıdi Bestami’nin, Allah sırrını kutlasın, cüppemin içinde Allah’tan başka kimse yok, sözünün gerçek manasını hak aşığı bilmiş anlamıştır.
O.G.: O, cüppeyi basit, değersiz bir kaftan olarak görmüş; yani kendi kisvesini, kendi varlığını… onu büsbütün üstünden atmak, hakiki varlığıyla görünmek istemiştir. Vücut, vücut alemi; onu attığı zaman, hakiki varlığıyla görülmek istiyor.
Evet, ölmeden evvel ölmek, burada ona işaret ediyor, mutu kable ente mutu
Bir de şu sayfayı okuyalım, tamamlayalım…
Bu gece yarısı, böyle ay ışığı gibi nurlar saçarak gelen kimdir?
Bildim, bildim, bu aşk peygamberidir, mihrabdan çıkageldi.
Aşk peygamberi bir meşale getirmiş de uykuyu ateşlere vermiş, yakmış yok etmiş.
Bu nerelerden gelmiş, bunu kim göndermiş?
O hiç uyumayan, uyku nedir bilmeyen padişahlar padişahının yanından gelmiş.
O.G.: Geçen, Mutlu Baba burada sohbet ederken, yukarıda, gece sema edenlere bir gönderme yaptı. Dedi ki: “O semayı yapanlarda hastalık kalmaz.”
O hiç uyumayan, uyku nedir bilmeyen padişahlar padişahının yanından gelmiş.
Bu şehre bu velveleyi, bu gürültüyü salan kimdir?
O dervişin harmanına sel gibi gelip çatmış.
O.G.: Harman; buğday saplarının ayrılması çalışması; yani dervişin bütün malzemesini, maddesini alıp götürmüştür.
Kainatta, varlık aleminde, ondan başka kimse bulunmayan, tek olan, eşsiz olan kimdir, söyleyin.
O.G.: Hatırlarsanız, ilk açtığımızda uzak görüş vardı, gayba bakış, işte o gayba bakış, yavaş yavaş nerelere götürüyor bizi, kimi görüyoruz?
“Kimdir” diyor, “kimdir, söyleyin.”
Bir padişah ki, kalkmış, gece yarısı değersiz bir kulunun yanına, bir kapıcının kapısına gelmiş.
Kimdir bu ki yarattıklarına bir kerem sofrası açmış, herkesi yediriyor, içiriyor?
Gülerek dostları davete gelmiş.
Onun büyüklüğü, onun kudreti karşısında bütün gönüller tir tir titremede, bütün canlar sabırsız.
O korkunun titreyişinin bir zerresi de civaya düşmüş de titreyip duruyor.
O.G.: Demek ki civanın o hareketi oradan geliyor.
Kullarına gösterdiği o yumuşaklık, lütuf var ya, işte yumuşaklıktan o lütuftan bir parça da sincap postuna nasip olmuş.
O.G.: Bunu araştırmamız lazım; sincap postunda ne var? İnternet arayıcılarına duyurulur.
Aşkın getirdiği üzüntüler, gözyaşları, feryatlar, iniltilerden ıslak bir nağme de su dolabına verilmiş de, bu yüzden ağlayarak, inleyerek dönüp duruyor.
O.G.: (Kopuzu çalarak söylüyor)
Benim adım dertli dolap, Hu Mevlam Huu,
Suyum akar yalap, yalap, Hu Mevlam Huu,
Böyle emreylemiş çalap, Huu Mevlam Huu,
Anın için inilerim Hu Mevlam Huu.
Aşkın koltuğu altında bir deste anahtar var.
O, bu anahtarlarla, açılmayan bütün kapıları açmaya gelmiş.
O.G.: Ne mutlu o anahtarı kullananlara. Bu anahtarı kullananların demine hu deriz, (hep beraber ), Huuuuuuuuuuuu…..
Rızâ en lillah, rızâ-i Resûlullah, rızâ-i ehlibeyt-i Resûlullah, rızâ-i ali-velîyullah, bî himmet-i pîran, kabûl-u duâ, kabûl-u sohbet, kabûl-u ezkâr,
Bu güzel günde Hz.Mevlânâ’nın irşadına yöneldik, Allah bu samimiyetimizi kabul eylesin.
“Ben Muhammed’in bastığı toprağın tozuyum, onun haricinde kim bir şey söylerse ondan şikayetçiyim” diyen bu yüce gönül insanının yaptığı açıklamalar, sunduğu çözümler, bugünün insanına gereken cevabı veriyor ve ileri görüşlü, uzun görüşlülerin artmasını sağlıyor. Allah hem Hz. Peygamberimiz’in, hem ehlibeyt-i Muhammedi’nin, hem eshabın, hem de Hz. Mevlânâ ve ahvadının feyzinden cümlemizi feyziyab eylesin. Rızâ en lillâh El Fatiha.
Allahümme salli âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âli seyyidina Muhammed.
Bismillâhirrahmanirrahıym
Elhamdü lillâhi rabbil’âlemiyn
errahmânirrahıym
mâliki yevmiddin
iyyâke nağbüdü, ve iyyâke neste’ıyn
ihdinassırâtelmüstakıym
sırâtelleziyne en’amte aleyhim
gayrilmagdûbi aleyhim ve leddâliyn.
Amin
(Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla
Hamd âlemlerin rabbi Allah’a mahsustur
O rahmandır ve rahimdir
Din gününün tek hakimidir
Ancak sana kulluk eder, ancak senden medet umarız
Bize doğruluğu isteyenlerin yolunu göster
Kendilerine lütufta bulunduğun mutlu kimselerin yolunu,
gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil
Âmin)