1400 yıl önceyle bizi buluşturdu bu düşünce, bu bilgi.
Hz. Mevlâna’nın sema başlamasına dair bilgileri araştırdığımız zaman tabii ki Şemsettin Tebrizi Hazretleri ile karşılaşıyoruz.
İlk münasebetleri Hz. Mevlâna bir pazarda iken Bağdat’ta galiba, yahutta Şam’da, orada bir pazarda iken birden Hz Şems onun atının dizginlerini tutar. Celalli bir halde cezbeli bir halde “ya alemlerin sarrafı, kuyumcusu, beni anla” der birden kaybolur. İlk karşılaşmaları böyle.
Aradan epey bir zaman geçer. Yine Hz. Mevlâna bir gün öğrencileri ile eşeğinin üzerinde medreseye giderken, yine durdurur onu, “Bana cevap ver” der, “Kim daha büyüktür, Bayezid Bistami mi? Hz. Peygamber mi?” Hz. Mevlâna, “Tabii ki Hz. Peygamber.” der. “Neden?” “Bayezidi Bistami’nin kabı çok dardı, birazcık bir şeyler hissettiği zaman “Şanım ne kadar yüce” dedi, doldu, taştı. Ama Hz. Peygamber son ana kadar “Ya Rabbi, senin kulluğunu laiki veçhile yerine getiremedik, sana kulluğumuzu yeteri kadar sunamadık” dedi. Neden? Kabı çok genişti. Onun için Hz. Peygamber büyük.
Bunu duyan Hz. Şems çığlık atarak yere düşer, bayılır. Hz. Mevlâna da eşeğinden düşer, bayılır. Öğrenciler ikisini de medreseye götürürler.
Ondan sonra medrese de bunlar sohbete dalarlar. Öğrenciler bundan rahatsız olur bir müddet sonra. Çünkü Hz. Mevlana zamanının çoğunu Hz. Şems’e ayırmıştır. Dedikodular, iftiralar derken Hz Şems Konya’yı terk eder.
Birinci terkinden sonra, aradan epey bir zaman geçer. Oğlu Sultan Veled’i Şems’in olduğu yere gönderir. Birçok hediyelerle birçok ricalarla Şems gelir. Sonra yine bu iftiralar rahatsızlıklar devam edince temelli gider.
Hz. Mevlâna çok üzüntülü, çok sıkıntılıdır. Sıkıntılı diyemeyiz tabii, onu Allah bilir, ama üzüntüdür ve kuyumcular arastasından geçerken Selahaddin Zerkubi isimli bir kuyumcunun dükkanın önünden geçtiğinde oradaki altın gümüş döverken çıkarılan sesten cezbeye girip sema yapmaya başlar. Selahattin Zerkubi de birkaç altın gümüşü o ritmin devamı için ayırır, diğerlerini herkese savurur. Ondan sonra kendisi de semaa girer ve Hz. Mevlâna’nın en yakınlarından olur. “Bu zerkupluk dükkanından bir hazine çıktı” diye Hz. Mevlâna’nın ona atfen yazdığı şiirleri vardır.
Ve ilk Sema böyle başlar. Hz. Mevlâna’nın Semaı diye geçer. Fakat çok ilginç bir bilgi bize ulaştı. İspanya’da Madrid’de oturan çok yaşlı bir hanım var. Maria, Maria Grazia diye, eskiden modellik yaparmış. Çok kültürlü, birçok dil bilen, bizi tanıdığımız zaman 80 yaşından fazlaydı şimdi herhalde 90’ı da geçti. Tintin, canlı bir hanım. O bana anlattı, bizzat kendisi, ben dinledim. “Sen” dedi “biliyor musun” dedi, “flamenko nereden geliyor?” “Herhalde kültürel bir olay dedik.” “Hayır,” dedi, flamenko sufizmden geliyor.” Eskiden, bilhassa Güney İspanya’da, işte Sevilla, Cordoba, sonra Toledo, Madrid yakınlarında, oralarda İslamiyet hakimken demir de çok önemli. Yani metal işçilik orada çok önemli. Konya ile olan böyle bir ilişkisi var, Selahattin Zerkubi ile ilişkisi var. Metalle uğraştıkları zaman ara verirlermiş. Ara verdiklerinde kaside okurlarmış. Kasideden sonra zikirle tekrar demir dövmeye başlarlarmış. Flamenko bundan çıkmış. Sonra folklorik bir hüviyete bürünmüş.
Ben bunun anlattıklarının aynısını bir belgesel filmde izledim. İspanya’da. Siyah beyaz çok eskiden çekilmiş bir film. Doğru.
Bunun anlayışı içinde, gelecek sene Eylül, Ekim aylarında bir veya 1.5 aylık bir yolculuk yapacağız. Bunu. Şimdi burada anons ediyorum. İnşallah. Endülüs’ten Konya’ya bir yolculuk ve İbn-i Arabi’nin yolu diye.
Çünkü İbni Arabi malum 800 sene kadar önce yaşadı. Şeyh-ül Ekber adı verilen çok büyük bir mürşit. İlk kitabı Füsus-ül Hikem’i yazacağı zaman Hz. Peygamber’i rüyasında görüyor. Hz. Peygamber ona bir kitabı gösteriyor, “Bunu yaz” diyor. Ertesi gün tamamıyla duygu olarak bunu yazmaya başlıyor. O kitabına 45 tane şerh yazılıyor. Açıklamak için farklı dillerde 45 kitap yazılıyor, bu kitap için sadece. Onun haricinde dört yüze yakın eser yazmış. Çok velut bir Sufi ve ondan sonraki büyük sufiler hep onu önder kabul etmişlerdir. Onun için Şeyh’ül Ekber ismini vermişlerdir.
İbn Arabi gezi sırasında Konya da geliyor. Konya’da bir hanımla evleniyor. Hanımın oğlu Sadreddin Konevi. Bir gün İbn Arabi ona, “Buraya Hz. Mevlâna gelecek, sana yeleğimi bırakıyorum. Sen onun eğitim ile meşgul olursun ve yeleği ona verirsin” diyor. Hakikaten Hz. Mevlâna oraya geliyor. Sadreddin Konevi onun hocalarından oluyor. Dolayısıyla İbni Arabi’nin bu yolculuğunun vardığı yer Konya. Dolayısıyla bizim yapacağımız yolculuk da böyle Konya’ya kadar varacak. Ve zannederim bir veya iki firma da katılacak. Bir belgesel çekimi olacak aynı zamanda. Gidilen ülkelerde konserler verilecek, konferanslar verilecek, dokümantasyon çalışması yapılacak. İnşallah. Tabii dışarıdan katılanlar da olabilecek. Şimdilik bir büyük otobüs düşünüyoruz ama toplam çoğalırsa ikinci otobüse intikal edebileceğiz. Eylül veya Ekim ayları gelecek sene.
Efendim şimdi Sema… Emre bir zahmet… Emre biraz göstersin. Yalnız bir şey anlatayım ondan sonra.
Şimdi bu sema sırasında sema başlangıcında ve sonunda sağ ayağın başparmağı sol ayağın başparmağı üzerine bastırılır. Buna mühür de denir. Bunun anlamı var, her zaman sorulur. Ben başlangıç açıklayayım size onun için. Nedendir diye sorusu kalmasın. Rivayet edildiğine göre Hz. Mevlâna zamanında bazı misafirler gelmiş. Onlarla meşgul iken yemek vakti ulaşmış fakat yemek gecikmiş. Yemek gecikip de toleransı açtığı zaman Hz. Mevlâna bir haber göndermiş mutfağa, “Ne oldu yemek?” diye. Mutfak dedesi kazancı dededen cevap: “Daha sonra” tarzında, çünkü usulen yok denmiyor, hak vere deniyor, mesela yoksa da. “Daha sonra” diyor. Bekleniyor yine yemek yok. Bir daha soru daha sonra… Üçüncü olduktan sonra Hz. Mevlâna kazancı dedeyi çağırıyor, “Dede ne oldu?” diyor. O zaman işte, “Odun bitti” diyor, “yemek yapmak için.” Hz. Mevlâna, “Ayağın da mı yok?” dediği zaman, dede dönüyor, ayağını ateşin, yani kazanın altına uzatıyor ve ateş başlıyor. Fakat içinde çok az bir şüphe varmış, “ya yanarsa, kaybedersem ayağımı” diye. O şüphe miktarınca sol ayağının baş parmağı yanmış. Onun için buna, bu olaya hürmeten sağ ayak sol ayağın başparmağı üzerine basar. Buna mühür denir. Bu zatın adı da Ateş Baz-ı Veli diye bilinir. Konya Meram’da, askeri hastanenin arkasında türbesi vardır. Gidildiği zaman ziyaret edilir.
Evet, şimdi, fesemme veçhullah ayeti gereğince nereye bakarsanız Allah’ın yüzü oradadır. Semanın dönüş açıklamalarından biri bu. Önce yer öpülüyor. Yer öpülmesi bir secde olayı değildir burada. Yer öpülmesi, görüşme denir Mevlevilerce, bir yer kontağıdır. Ondan sonra selam verilir. Ayak pozisyonu böyle. El pozisyonu da böyle. Sağ el üstte sol el altta olmak üzere. Selam verilir.
Görüşmenin bir anlamı da “Yer ve ben aynı şeyiz”dir. Görüşme sırasında geleneği koruyanlara selam verilir. Bu selamın bir anlamı da bir nazar alışverişidir. Bir bilgi ve izin alışverişidir, bağlantı alışverişidir.
Ondan sonra yavaş yavaş dönüş başlar. Sol ayak mümkün olduğu kadar sabit, sağ ayak dönecek şekilde… Kollar kendi yerlerine ulaşırlar. Sağ kol sonsuzluk alemine, gayp alemine ulaşır. Oradan lütfedilenleri, sol kol vasıtasıyla insanlık alemiyle paylaşılmasıdır esas.
Cenab-ı Allah “alemlere sığamam ama inanmış kolumun gönlüne sığarım” dediği için, gönül, kalp istikametine dönülür. Dönerken herhangi bir şekilde rahatsızlık olursa sağ elin içine veya sol elin ucuna bakmak mümkündür. Ve duruş zamanı gelince de durulur. Yine ayak pozisyonu, el pozisyonu… Selam verilir… Yer öpülerek sema tamamlanır.
Eğer birdenbire durulduğu zaman bir rahatsızlık olacak olursa, nefes alınır. Derin derin ve ters istikamete birkaç defa dönülür. Denge o şekilde sağlanır.
Yapacağımız sema sirkülasyon tarzında bir sema olacaktır. Onun için isteyen istediği zaman kalkar istediği zaman bitirir. Ama herkes aynı anda kalkmazsa iyi olur. Çünkü yer biraz yetmeyebilir. Birileri bittikten sonra diğerleri kalkar.
Denge bozulacak gibi olursa beyler beylere, hamlar hanımlara yardım eder.